- Katılım
- 31 Ocak 2012
- Mesajlar
- 238
- Tepki puanı
- 425
- Meslek
- Uzman (C)
İŞ KAZASI – MESLEK HASTALIĞINDA SORUMLULUKLARI NEDENİYLE İŞVEREN VEYA ÜÇÜNCÜ KİŞİLERE KURUMCA RÜCU İLE İLGİLİ YARGITAY KARARLARI
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu 2010/10-321 E.N , 2010/359 K.N.
İlgili Kavramlar
MAHKEMEİ ASLİYE TARAFINDAN VERİLEN HÜKÜMLER
RÜCUEN TAZMİNAT
SİGORTALININ GEÇİNDİRMEKLE YÜKÜMLÜ OLDUĞU KİMSELER
İçtihat Metni
Taraflar arasındaki "rücuen tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Mersin İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 29.03.2006 gün ve 2005/915 E.-2006/182 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10.Hukuk Dairesinin 25.12.2007 gün ve 2007/11567-21262 sayılı ilamı ile;
(...Dava, İş kazasından doğan rücu tazminatı istemine ilişkin olup, yasal dayanağı oluşturan 506 sayılı Kanunun 26.maddesindeki "halefiyet" ilkesi uyarınca, kurumun rücu alacağı, hak sahiplerinin tazmin sorumlularından isteyebileceği maddi zarar (tavan) miktarı ile sınırlı iken; Anayasa Mahkemesi'nin 23.11.2006 gün, 2003/10 Esas ve 2006/106 Karar sayılı kararı ile anılan yasa maddesinin birinci fıkrasında yer alan "...sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere..." ibarelerinin Anayasa'ya aykırılık nedeniyle iptaline karar verilmiştir.
Anayasa'nın 152 ve 153.maddelerinde öngörülen düzenlemelere göre; Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmesi ile birlikte, elde bulunan ve kesinleşmemiş tüm davalarda uygulanmasının zorunlu olması karşısında, iptal kararının Resmi Gazete'de yayınlandığı 21.03.2007 tarihinden sonra; Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 76. maddesi uyarınca, yürürlükteki yasaları uygulamakla yükümlü bulunan mahkemelerin ve giderek Yargıtay'ın, iptal kararı ile keenlemyekun (yok hükmünde) olan ve böylece yürürlükten kalkan bir yasa maddesine dayanarak inceleme yapma ve karar verme yetkilerinin bulunmadığının kabulü doğal olup, bu yönde bir uygulama yapılmasına cevaz yoktur (İBBGK.'nun 09.05.1960 gün, 1960/21-9 sayılı kararı; YHGK.'nun 21.01.2004 gün, 10-44/19 sayılı, 07.04.2004 gün, 214/19 sayılı; 2004/448-461 sayılı kararları).
Gerçekten de, usulü kazanılmış hak gereğince uygulanması gereken bir kanun hükmü, sonradan (karar kesinleşmeden önce) Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirse; artık usulü kazanılmış hakka göre değil; aksine, usulü kazanılmış hakkın istisnası olarak; iptal kararından sonra oluşan yeni hukuki duruma göre karar verilmesi gereği vardır (Kuru, S.4784).
Şu hale göre; 26'ncı maddede sayılan koşullarda kurumu sigortalının ardılı (halefi) olarak kabul eden anılan maddesinin 1.fıkrasındaki itiraz konusu kuralın iptalinden sonra bu madde uyarınca açılan davalarda artık halefiyet ilkesine dayanılamayacağı, kurumun rücu hakkının hukuki temelinin "halefiyet" yerine bundan böyle; yasadan doğan, sigortalı veya hak sahibi kimselerin alacaklarından bağımsız, kendine özgü "basit rücu" hakkına dönüşmüş olmasının kabulüyle; bu aşamadan sonra; zararlandırıcı sigorta olayı nedeniyle, sigortalı veya hak sahiplerine kurum tarafından bağlanan gelirin (başladığı tarihteki) ilk peşin sermaye değerinin, tazmin sorumlularının (işverenin) kusuruna isabet eden miktarıyla sınırlı şekilde hüküm kurulması gerekir. Nitekim bu yönler, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararının gerekçesine yansıdığı şekilde "...kanuna uymayan eylemi nedeniyle, hukuksal yaptırıma maruz kalan ve bunun sonucu olarak da bağlanan gelirlerin sermaye değerini kuruma ödeyen, böylece olayla bağlantısı (ilişkisi) kesilen işverenin; kanun, kanun hükmünde kararname ve kararlarla getirilen katsayılarla, sigortalıya önceden bağlanan gelirlerde sonradan yapılacak artışlardan ve bu artışların peşin sermaye değerinden sorumlu tutularak; sürekli dava tehdidi altında bulundurulması, Sosyal Güvenlik Kuruluşlarına ait olması gereken risklerin, işverene yükletilmesi; hakkaniyet ve sorumluluk ilkeleriyle bağdaşmadığı gibi sosyal hukuk devleti prensiplerine de aykırılık oluşturur..." denilerek; gelirlerdeki artışların tazmin sorumlularından (işverenlerden) istenemeyeceği; kesin bir anlatımla ortaya konmuştur.
Anayasa Mahkemesi kararlarının, konuyu açıklayıcı özelliği itibarıyla her kesimi ve bu arada mahkemeleri, gerekçeleriyle de bağlayıcı olduğu hususu gözetildiğinde; iptal kararı ile birlikte ortaya çıkan, bu yeni hukuki durum itibarıyla; konuya uygulama açısından açıklık getirmek gerekirse; öncelikle, kurumun rücu hakkının hukuksal temeli halefiyete değil kanundan doğan (basit) rücu hakkına dayandığının kabul edilmesiyle birlikte; artık ilk peşin değerli gelirlerin (bağlandığı tarih itibarıyla) her bir hak sahibi yönünden tazmin sorumlularının kusuruna isabet eden miktarla sınırlı şekilde hüküm kurulması gereği vardır. Bu durumda açıklıkla söyleyebiliriz ki, ilk peşin sermaye değerli gelirlerdeki artışların istenemeyeceğinde kuşku ve duraksamaya yer yoktur.
Hemen belirtmek gerekirse, bundan sonra 506 sayılı yasa uyarınca açılan rücuan tazminat davalarına ilişkin olarak süregelen uygulamada olduğu üzere; maddi zarar (tavan) hesabı yapılması gerekmediği gibi; 506 sayılı yasanın 10. maddesinin uygulanmasını gerektiren durumlarda da Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından önceki, süregelen içtihatlarla oluşturulup uygulanan prensiplerde temel farklı bir yaklaşım bulunmamaktadır. Ancak, 10. madde uygulamasında artık, tavan zarar hesabı yerine, kurumun sigortalıya başlangıçta bağladığı ilk peşin sermaye değeri üzerinden hesaplama yapılmasında herhangi bir tereddüt olmamalıdır. Ayrıca yapılan tüm hesaplama uygulamalarında; tazmin sorumlusunun, sigortalıya veya hak sahiplerine yapmış olduğu, her türlü ödeme ve ibranın da kurumun rücu alacağından düşülmesine imkan bulunmadığı göz önünde tutulmalıdır.
Öte yandan, kurumun bundan böyle artık halef sıfatını taşımadığı, sigortalının alacağından bağımsız, kanundan doğan rücu hakkına sahip olduğu gözetilerek; sigortalı veya hak sahipleri tarafından tazmin sorumluları aleyhine açılan tazminat davasında alınan kusur ve hesap raporu, rücu davasında bağlayıcı olmayıp, güçlü delil niteliğinde sayılması gerekir. Ancak, bu aşamada ilave edelim ki kesinleşen önceki rücu davalarında hüküm altına alınan miktarın mahsubu yapılırken, sigortalıya bağlanan gelirin ilk peşin sermaye değerinin esas alınması gerektiğinin; şayet ilk peşin sermaye değerli gelirle birlikte artışlara da hükmedilmişse, artışların karar altına alınacak rücu tazminatından mahsup edilmesine olanak bulunmadığı da göz ardı edilmemelidir. Bu çerçevede meseleye fiili ödemeler açısından bakıldığında ise; fiili ödemenin mevcudiyeti halinde kurumun talep edebileceği miktarın hesabının da aynı şekilde gerçekleştirilmesi gerekmekte olup; ilk peşin sermaye değerli gelir ile fiili ödeme miktarı karşılaştırılmalı ve hangisi düşük ise anılan tutar esas alınıp kusur uygulanmalıdır.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra, 506 sayılı yasaya dayalı olarak işverenler aleyhine açılan rücuan tazminat davalarında; süregelen mevcut uygulama dışında, herhangi bir etkileşim ve değişim öngörülmediğinden, Borçlar Kanununun 332/1. maddesinde belirtilen işçi-işveren arasındaki akde aykırılık eylemleri ve bu çevrede maddenin 2. fıkrası gereğince işverenin akde aykırı davranışları (işçi sağlığı ve iş güvenliğinin gerektirdiği önlemlerin alınmaması vs.) sonucu, inceleme konusu 26/1. maddeyle vaki ilişkilendirme, bir bakıma akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olmakla; zaman aşımının, süregelen eski uygulamalar gibi, işverenler açısından Borçlar Kanununun 125.maddesine göre belirlenmesi gerektiğinde; ayrıca, zararlandırıcı sigorta olayına neden olan üçüncü kişiler yönünden ise, Borçlar Kanunun 60. maddesinde öngörülen haksız fiil zaman aşımına tabi olduğunda tereddüt yoktur. Bu arada zaman aşımının başlangıcı konusuna gelince; 506 sayılı yasada bu tür davalarda uygulanması gereken zaman aşımının düzenlenmediği düşünüldüğünde; genel hükümler çerçevesinde çözüm arama gereği vardır. Gerçekten de Borçlar Kanunun 128. maddesinde, "Zaman aşımı, alacağın muaccel olduğu zamandan başlar" denilmektedir. Kurum açısından alacak hakkı, bağladığı gelirin yetkili organ tarafından onaylandığı tarihte ödenebilir hale geleceğinden, muacceliyet olgusunun onay tarihinde gerçekleşeceği açıktır. O halde, 26. maddeye ilişkin davalarda zaman aşımı, giderler yönünden sarf ve ödeme, gelirler için ise ilk peşin sermaye değerinin başlangıçtaki gelir bağlama onay tarihinden başlatılmalıdır.
Faiz başlangıcının da, aynı şekilde, ilk peşin değerli gelire ait tahsisin onay tarihi olduğunda kuşku yoktur.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile ortaya çıkan bu maddi ve hukuki olgular gözetilerek, iş kazası sonucu sigortalıya bağlanan gelirlerin ilk peşin sermaye değerinin açıklanan ilkeler doğrultusunda tazminine olanak bulunan kısmının tespiti ile sonucuna göre karar verilmesinde yasal zorunluluk bulunduğundan, yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davalıların bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır…)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, iş kazasından doğan rücu tazminatı istemine ilişkindir.
Yerel Mahkemece verilen davanın kabulüne dair karar; Özel Dairece yukarıdaki gerekçeyle bozulmuştur.
Yerel Mahkeme, herhangi bir gerekçe göstermeden önceki kararında direnme kararı vermiştir.
Direnme kararını, davacı, davalı Türk Telekomünikasyon A.Ş. ve davalı Ç…Çimento San. ve Tic. A.Ş. vekili temyiz etmiştir.
Hemen belirtelim ki, temyize konu direnme kararında direnme gerekçesi yer almamakta; bozma ilamına hangi nedenlerle uyulmadığı, bozmanın niçin yerinde görülmediği ve mahkemenin bozulan önceki kararının neden hukuka uygun olduğu hususlarında da herhangi bir açıklama bulunmamaktadır. Dahası, Özel Dairece bozulan 29.03.2006 günlü ilam da hukuksal bir gerekçe taşımamaktadır.
Bir mahkeme kararının gerekçesi, o davaya konu maddi olguların mahkemece nasıl nitelendirildiğini, kurulan hükmün hangi nedenlere ve hukuksal düzenlemelere dayandırıldığını ortaya koyar; kısaca, maddi olgular ile hüküm arasındaki mantıksal bağlantıyı gösterir. Tarafların o dava yönünden, hukuk düzenince hangi nedenle haklı veya haksız görüldüklerini anlayıp değerlendirebilmeleri ve Yargıtay'ın hukuka uygunluk denetimini yapabilmesi için, ortada, usulüne uygun şekilde oluşturulmuş; hükmün hangi nedenle o içerik ve kapsamda verildiğini ayrıntılarıyla gösteren, ifadeleri özenle seçilmiş ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıktaki bir gerekçe bölümünün bulunması, zorunludur.
Bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli olarak yazılması gerektiğini öngören Anayasa'nın 141/3 maddesi ve ona koşut bir düzenleme içeren Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 388. maddesi, işte bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir.
Öte yandan, bazen bir mahkeme kararının, başka bir dava yönünden kesin hüküm, kesin veya güçlü delil oluşturup oluşturamayacağı gibi konularda yapılacak hukuksal değerlendirmelerin sağlıklı olabilmesi de, o kararın yukarıda açıklanan nitelikte bir gerekçeyi içermesiyle mümkündür.
Yine, direnme kararlarının hukuksal niteliklerinin doğal sonucu ve gereği olarak, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun yapacağı inceleme ve değerlendirme sırasında gözeteceği temel unsurlardan birini direnme gerekçesi oluşturacağından, yukarıda değinilen genel anlamdaki tüm diğer nedenlerin yanında, özel olarak bu bakımdan da direnme kararının usul hukuku ilkelerinin aradığı anlamda bir gerekçe içermesi zorunludur.
Başka bir ifadeyle, Özel Daire bozma ilamına hangi nedenlerle uyulmadığı, bozmanın niçin yerinde bulunmadığı ve mahkemenin bozulan önceki kararının neden hukuka uygun olduğu hususlarının direnme kararında açıklanması, onun hukuka uygunluğunun denetlenebilmesi açısından kesin bir zorunluluktur.
Nihayet, direnme kararları, yapıları gereği, Yasa'nın hukuka uygunluk denetimi yapmakla görevli kıldığı Yargıtay Dairesinin bu denetimi sonucunda hukuka aykırı bularak, gerekçesini açıklamak suretiyle bozduğu bir yerel mahkeme kararının aslında hukuka uygun bulunduğuna, dolayısıyla bozmanın yerinde olmadığına ilişkin bir iddiayı içerdiklerinden, o iddianın yasal ve mantıksal gerekçelerini de ortaya koymak zorundadır.
Bu genel açıklamaların ışığında somut olaya bakıldığında: Yerel Mahkemece verilen direnme kararının, yukarıda açıklanan nitelikte bir yasal gerekçeyi içermediği çok açıktır.
O halde, direnme kararı salt bu nedenle usulden bozulmalıdır.
S O N U Ç : Direnme kararının yukarıda açıklanan gerekçeyle H.U.M.K.nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre diğer temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, istek halinde temyiz peşin harcının davalılara geri verilmesine, 30.06.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.
--------------------------------------------------
YARGITAY
10. Hukuk Dairesi 2009/7879 E.N , 2010/16705 K.N.
İlgili Kavramlar
RÜCUAN TAZMİNAT
İçtihat Metni
Dava, iş kazası sonucu ölen sigortalının hak sahiplerine bağlanan gelirlerin ilk davadan bakiyesinden oluşan Kurum zararının rücuan tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, ilamında belirtildiği şekilde davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Hükmün, davacı Kurum ile davalılardan Erenler Belediye Başkanlığı, A... C... G... vekilleri ve M... E... tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteklerinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hâkimi Alparslan Koçak tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi.
1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillere ve hükmün dayandığı gerektirici sebeplere göre, davacı Kurum ile davalılardan Erenler Belediye Başkanlığı vekillerinin tüm temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2- Davacı Kurum, 17.08.1999 tarihinde meydana gelen iş kazası sonucu ölen sigortalı N... D...'nin hak sahiplerine bağlanan gelirlerden oluşan sosyal sigorta yardımlarının kesinleşen ilk davadan bakiyesinin 506 sayılı Kanun'un 26'ncı maddesi uyarınca rücuan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Mahkemece, davalı S... AŞ. yönünden zamanaşımı nedeniyle davanın reddine, diğer davalılar yönünden ise; Anayasa Mahkemesi'nin 506 sayılı Kanun'un 26'ncı maddesine yönelik iptal kararı gözetilmek suretiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Öncelikle zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalabilmesini ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu "eksik bir borç" haline dönüştürür ve "alacağın dava edebilme özelliği" ni ortadan kaldırır. Bu itibarla zamanaşımı savunması ileri sürüldüğünden, eğer savunma gerçekleşirse hakkın dava edebilme niteliği ortadan kalkacağından, artık mahkemenin işin esasına girip onu da incelemesi mümkün değildir. Uygulamada, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması, dava açma tekniği bakımından, tümü ihlal ve inkâr olunan hakkın ancak bir bölümünün dava edilmesi, diğer bölüme ait dava ve talep hakkının bazı nedenlerle geleceğe bırakılması anlamında gelir. Kısmi davada fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmuş olması, saklı tutulan kısım için zamanaşımını kesmez. Zamanaşımı, alacağın yalnız kısmi dava konusu yapılan miktarı için kesilir. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 23.10.2002 tarih, E: 2002/10-895, K: 2002/838; 05.03.2003 tarih, E: 2003/9-80, K: 2003/130; 12.07.2006 tarih, E: 2006/4-518, K: 2006/526 sayılı kararları)
Öte yandan; iş mahkemelerinin kuruluşunu ve işleyişinin düzenleyen 5521 sayılı Kanun'un 7'inci maddesinde açıkça iş mahkemelerinde sözlü yargılama usulünün uygulanacağı öngörülmüş olup, sözlü yargılama usulünde savunmayı genişletme yasağının başlangıcı, tarafların iddia ve savunmalarının ilk oturumda tutanağı geçirildiği andır. İlk oturumdan (dava dilekçesinin tutanağa geçirilmesinden sonra) davacının rızası olmaksızın savunmasını genişletemez.
Zamanaşımı savunmasının HUMK' un 187'nci maddesinde sayılan ilk itirazlardan olmaması onun her zaman ileri sürülebileceği anlamına gelmez. İlk oturuma kadar esasa cevap verirken zamanaşımını ileri sürmeyen davalının sonradan bunu ileri sürmesi savunmayı genişletmektir. Karşı tarafın muvafakatı olmadıkça davalı savunmasını genişletemez. İlk itirazlar karşı tarafın muvafakati olsa dahi kanunda gösterilen zamandan sonra ileri sürülemezler ancak diğer itirazlar diğer tarafın açık veya zımni rızasıyla esasa karşılık verme süresinden sonra ileri sürülebilirler,
Davalının savunmayı genişletmesi üzerine, davacı hemen buna (savunmayı genişletmeye) itiraz etmezse ve özellikle genişletilen savunmanın esasına cevap verirse, savunmayı genişletmeye zımnen muvafakat etmiş olur. Esasa karşılık verildikten sonra davalı tarafça ileri sürülen zamanaşımı savunmasına karşı davacının, zamanaşımını kabul etmemesi demek, zamanaşımı yoktur demektir, diğer bir deyimle, zamanaşımı itirazının esasına karşılık vermektir ki, bu dahi savunmanın genişletilmesini zımni olarak kabul anlamına gelir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 09.10.1963 tarih, 2/34-73 sayılı kararı).
Davanın yasal dayanağını oluşturan 506 sayılı Kanun'un 26'ncı maddesinin birinci fıkrasında işverenin sorumluluğu, ikinci fıkrasında ise üçüncü kişilerin sorumluluğu düzenlenmiştir. Zararlandırıcı sigorta olayında; devlet adına sosyal güvenlik kanunlarını uygulanmakla görevli Sosyal Güvenlik Kurumu birinci kişi, risklerin gerçekleşmesi halinde sigortalının ya da hak sahiplerinin Kurumdan yardım görmesi için primleri ödeyen işveren ikinci kişi konumundadır. Bunun dışında kalanlar üçüncü kişi olarak tanımlanmaktadır.
506 sayılı Kanun'un 26'ncı maddesinde üçüncü kişiler aleyhine açılan rücu davalarının tabi olduğu zamanaşımı süresine ilişkin açık hüküm bulunmamaktadır. Üçüncü kişi ile sigortalı arasında akdi bir ilişki de söz konusu değildir. Ancak anılan maddenin ikinci fıkrasında Borçlar Kanunu'na yollamada bulunulmuştur. Hal böyle olunca; üçüncü kişiler aleyhine açılan davalar Borçlar Kanunu'nun 60'ıncı maddesinde gösterilen bir ve on yıllık zamanaşımı süresine tabidir.
Zamanaşımı başlangıcı ise; "zarar ve faile ıttıla" tarihidir. Bilindiği üzere zarar ve faile ıttılanın birlikte gerçekleşmesi gerekmekte olup, sadece birinin gerçekleşmesi bir yıllık zamanaşımı süresinin başlaması için yeterli değildir. Zarara ve faile ıttıla, Kurumun yetkili organının ıttılaı olduğundan, zararın ıttıla tarihi sigortalı ya da hak sahibine bağlanan gelirler yönünden tahsis onay tarihi, masraf ve ödemeler yönünden sarf ve ödeme tarihidir. Faile ıttılanın ise özel bir duyarlılıkla araştırılıp incelenmesi gerekmektedir. Uygulamada, devam eden ceza davasında verilen mahkûmiyet kararının kesinleşmesi ya da Kurum sigorta müfettişi veya Çalışma Bakanlığı iş müfettişi raporunun Kurumun yetkili makamlarına intikal tarihi faile ıttıla tarihi olarak kabul edilmektedir.
Somut olayda; davalılardan S... AŞ. iş kazasının meydana geldiği bina sahibi, Erenler Belediye Başkanlığı projeyi onaylayan, A... C... G... inşaat fenni sorumlusu ve M... E... ise mimar olup, tümü üçüncü kişi konumundadırlar. Davalı S... AŞ. vekili ile A... C... G... vekili esasa cevap süresi içinde yani süresinde ve usulüne uygun zamanaşımı def'inde bulunmuştur. Davalı M... E... ise ilk oturumdan çok sonra 03.02.2009 tarihli dilekçesi ile zamanaşımı definde bulunmuş, ancak zamanaşımı define karşı davacı tarafından açıkça savunmanın genişletildiği itirazında bulunulmamış, aksine oturumda sadece zamanaşımı defini kabul etmediğini bildirerek davanın esasına cevap vermiştir. Bu durumda davacının zımni olarak savunmanın genişletilmesine muvafakat ettiği kabul edilerek davalı M... E...' nün de zamanaşımı savunması üzerine durulmalıdır.
Zararlandırıcı sigorta olayı 17.08.1999 tarihinde gerçekleşmiştir. Zarara ıttıla tarihi olan sigortalının hak sahiplerine bağlanan gelirlerin tahsis onay tarihi 20.03.2000, faile ıttıla tarihi olan kesinleşen ilk davanın dava tarihi ise 08.04.2002 olduğu, bu durumda Borçlar Kanununun 60'ncı maddesinde öngörülen 1 yıllık zamanaşımı süresinin davalılar A... C... G... ve M... E... yönünden geçtiği gözetilerek, bu davalılar yönünden davanın reddine karar verilmesi gerekirken, kabulü usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davalılardan A.. C... G... vekili ve M... E...' nün bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, temyiz harcının istek halinde davalılardan A... C... G... ve M... E...'ye iadesine, 16.12.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.
--------------------------------------------------
T. C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu 2010/10-10 E.N , 2010/14 K.N.
İlgili Kavramlar
KURUM ZARARI
RÜCUAN TAZMİNAT
İçtihat Metni
Taraflar arasındaki “Rücuan Tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; . Mersin 1. İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 28.03.2006 gün ve 1093-176 sayılı kararın incelenmesi davacı SSK(SGK) vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10.Hukuk Dairesinin 19.4.2007 gün ve 16068-6347 sayılı ilamı ile; (...Davacı, işkazası sonucu sürekli işgöremezlik durumuna giren sigortalıya bağlanan peşin değerli gelirler ile yapılan harcama ve ödemeler nedeniyle uğranılan Kurum zararının rücuan ödetilmesini istemiştir.
Mahkeme, bozmaya uyarak ilamında belirtildiği şekilde isteği hüküm altına almıştır.
Hükmün, davacı Avukatı tarafından temyiz edilmiştir….
Dava, rücuan tazminat isteğine ilişkin olup, yasal dayanağı 506 Sayılı Kanunun 26. maddesidir.
İş kazası veya meslek hastalığı sonucu Kurum tarafından sigortalı veya hak sahibi kimselere bağlanan gelirin işveren veya 3. kişilerden rücuan tazminine imkân sağlayan bu tür davalarda kurumun rücu hakkı Yargıtay kararlarıyla “Kendine özgü halefiyet” hukuksal temeline dayandırılmıştır. Bu içtihadın temelinde ise 506 Sayılı Kanundan önce yürürlükte olan 4772 Sayılı Kanunun 37. maddesi ile ilgili 31.03.1954 tarihli ve 18/11 sayılı ve özellikle 26. madde ile ilgili olarak daha sonra verilen 01.07.1994 tarih ve 1992/3-1994/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları vardır.
26. madde ile ilgili olduğu için bağlayıcı nitelikteki 01.07.1994 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararında bu tür davaların “.... içeriğinde geri alma hakkı bulunan kendine özgü nitelikteki haleflik hukuki temeline dayandığı....” kabul edilirken maddenin 1. fıkrasına 3395 Sayılı Kanunla eklenen “…sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere…“ bölümüne dayanılmıştır.
Dairemizin iptal başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesinin 23.11.2006 gün ve 2003/10, 2006/106 Sayılı Kararı ile 26. maddenin 1.fıkrasındaki bu bölüm, Kararın Resmi Gazete’de yayımlandığı 21.03.2007 tarihi itibariyle iptal edilerek yürürlükten kalkmıştır. Anayasa Mahkemesi iptal gerekçesinde şu görüşlere yer vermektedir:
“Kanuna uymayan eylem sonucunda hukuksal yaptırıma maruz kalan ve bunun sonucu olarak da bağlanan gelirin sermaye değerini Kuruma ödeyen ve böylece ilgi ve ilişkisi kesilen işverenin, Kanun, Kanun Hükmünde Kararname ve Kararlarla bağlanan gelirlerde yapılacak artışlardan ve bu artışların peşin sermaye değerlerinden sorumlu tutularak dava tehdidi altında bulundurulması, sosyal güvenlik kuruluşlarına ait olması gereken risklerin işverene yükletilmesi anlamına gelir. Böyle bir durum hakkaniyet ve sorumluluk ilkeleriyle bağdaşmadığı gibi sosyal hukuk devleti ilkesine de aykırıdır.”
Görüldüğü gibi, Anayasa Mahkemesi bu kararla gelir artışlarından doğan Kurum zararının işverenden istenemeyeceğini açık ve kesin bir anlatımla kabul etmiş bulunmaktadır.
Hal böyle olunca, iptal kararı ile birlikte ortaya çıkan yeni hukuki durum çerçevesinde gelir artışlarının istenemeyeceği ve bu maddeye göre açılan davalarda halefiyet kuralına dayanılamayacağı, Kurumun rücu alacağının hukuki temelinde halefiyet değil, “Kanundan doğan basit rücu hakkı”nın bulunduğu kabul edilmelidir.
İptal kararıyla ortaya çıkan bu hukuki durumun mahkemece eldeki davalar bakımından ele alınıp incelenmesi ve gözetilmesi gerekir.
Belirtelim ki, 09.05.1960 tarih ve 1960/21-9 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile HGK’nun 21.01.2004 gün ve 2004/44-19 sayılı ve 07.04.2004 gün ve 2004/214 - 198 sayılı, ayrıca, 29.09.2004 gün ve 2004/448 - 461 Sayılı Kararları uyarınca, Anayasa Mahkemesinin iptal kararları usuli kazanılmış hakkın ve aleyhe bozma yasağının istisnasını oluşturur ve bu nedenle sonradan çıkan iptal kararı henüz mahkemede veya Yargıtay’da olan bütün davalara uygulanır.
Mahkemece, söz konusu iptal kararının halen derdest olan davalara uygulanması gerektiği sonucuna varılırsa, yargılamada şu hususların göz önünde bulundurulması gerekecektir;
Kurumun rücu hakkının hukuksal temeli, halefiyete değil; Kanundan doğan basit rücu hakkına dayanır.
Bu nedenle Kurum, sigortalı veya hak sahiplerine bağladığı gelirin ilk peşin değerinin kusur karşılığını isteyebilir. Gelir artışlarını talep edemez.
Tazminat davasında alınan kusur ve hesap raporu, rücu davasında bağlayıcı değildir. Güçlü delil niteliğindedir.
Sigortalı veya hak sahibi kimselerin, sorumluları ibra etmesi veya yapılan her türlü ödeme Kurumun rücu hakkını etkilemeyeceğinden, rücu davasında dikkate alınmaz.
Rücu davasında işveren yönünden zamanaşımı BK.125. maddesine göre 10 yıldır. Zamanaşımı gelirin onay tarihinden başlar. 3.kişiler yönünden ise BK:60 gereğince 1 ve 10 yıldır.
Faiz başlangıcı, ilk peşin değerli gelire ilişkin tahsisin onay tarihidir.
İlk peşin değer hesabı, gelirin bağlandığı tarih itibariyle ve her bir hak sahibi yönünden ayrı ayrı yapılmalıdır.
Fiili ödeme halinde, Kurumun talep edebileceği miktar, ilk peşin değerin kusur karşılığı fiili ödeme miktarından düşük ise ilk peşin değere göre; fiili ödeme miktarı ilk peşin değerden düşük ise fiili ödeme miktarı dikkate alınarak belirlenir.
Kesinleşen önceki rücu davalarında hükmedilen miktarın mahsubu yapılırken, ilk peşin değer esas alınacaktır. İlk peşin değerle birlikte artışlara da hükmedilmişse artışlar mahsup edilmeyecektir.
Mahkemenin yukarıda açıklanan esaslar doğrultusunda ve Anayasa Mahkemesinin iptal kararı gözetilerek hüküm kurması gerektiğinden hükmün bu sebeple bozulması gerektiği sonucuna varılmıştır.
O halde, davacı kurumun bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır. ...") gerekçesiyle şeklinde hüküm bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda kısmen direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Taraf vekilleri
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
1- Davalı Büyükşehir Belediyesi vekili ve diğer davalı tarafından da karar temyiz edilmişse de, bu kişilerce önceki hüküm temyiz edilmediğinden ve bu nedenle kurulan direnme kararını temyizde bir hukuki yararları bulunmadığından, temyiz istemlerinin bu nedenle reddine karar verilmelidir.
2-Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: 1-Davalıların temyiz istemlerinin yukarıda açıklanan nedenlerle REDDİNE,
2-Davacı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine,
27.01.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.
--------------------------------------------------
T. C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu 2009/10-238 E.N , 2009/227 K.N.
Özet
TARAFLAR ARASINDAKİ "ALACAK" DAVASINDAN DOLAYI YAPILAN YARGILAMA SONUNDA; B… 13.İŞ MAHKEMESİNCE DAVANIN KABULÜNE DAİR VERİLEN 11.3.2008 GÜN VE 2007/278-2008/80 SAYILI KARARIN İNCELENMESİ TARAF VEKİLLERİ TARAFINDAN İSTENİLMESİ ÜZERİNE, YARGITAY 10.HUKUK DAİRESİNİN 14.10.2008 GÜN VE 2008/12312-12715 SAYILI İLAMI İLE BOZULARAK DOSYA YERİNE GERİ ÇEVRİLMEKLE, YENİDEN YAPILAN YARGILAMA SONUNDA, MAHKEMECE ÖNCEKİ KARARDA DİRENİLMİŞTİR.
İçtihat Metni
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, meslek hastalığı sonucu 01.05.2000 tarihinde %48 oranında sürekli iş göremez duruma giren sigortalıya bağlanan gelir ve yapılan ödemeler nedeniyle, Sosyal Sigortalar Kurumunun 62.967,83 YTL. zararının şimdilik 5.631,64 YTL. sinin davalı işverenden tahsili istemlidir.
Mahkemece dava kabul edilerek peşin değerli gelirlerden 5.000 YTL.nin 09.05.2002 tahsis-onay tarihinden itibaren, geçici iş göremezlik ödeneğinden 631,64 YTL.nin ödeme tarihlerinden itibaren işleyecek yasal faizleriyle birlikte davalıdan tahsili ile davacıya ödenmesine, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmasına, karar verilmiştir. Taraf vekillerinin temyizi üzerine karar Özel Dairece bozulmuş; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
10.04.1992 tarih, 1991-7 Esas 1992-4 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, hakimin tefhim etmiş olduğu kısa kararla gerekçeli kararın uyum içinde olması gerektiğini öngörmektedir. Kısa kararda hükmedilmeyen bir yükümlülüğün gerekçeli kararda hüküm altına alınmış olmasının çelişki teşkil etmediğini söylemek olanaklı değildir. Yargı erkinin görev ve yetkisi, Anayasa ile yasaları amaçlarına uygun olarak yorumlayıp uygulamak, keza İçtihadı Birleştirme Kararlarının bağlayıcılığını gözetmekten ibarettir. Kısa kararla gerekçeli karar arasındaki çelişkiye cevaz verilmemesinin amacı, Kamunun mahkemelere olan güveninin sarsılmamasına yöneliktir. Tefhim edilen hüküm başka, gerekçeli karardaki hüküm başka ise bu durumun mahkemelere olan güveni sarsacağı tartışmasızdır.
Öyle ki, İçtihadı Birleştirme Kararında bu konuya çok büyük bir önem verilmiş, çelişkinin varlığı tespit edildiği takdirde, başka hiçbir incelemeye gerek görülmeksizin ve tarafların bu konuyu temyiz sebebi yapıp yapmadıklarına bakılmaksızın kararın salt bu nedenle bozulması gerektiğine işaret edilmiştir.
Diğer taraftan,1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 381,388 ve 389 maddelerinde hüküm fıkrasında nelerin yer alacağı açıklanmış;388.maddesinin son fıkrası ile "Hüküm sonucu kısmında gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, istek sonuçlarından her biri hakkında verilen hükümle taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, mümkünse sıra numarası altında birer birer açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir" hükmü getirilmiştir.
Bütün bu açıklamalar ışığında somut olay irdelendiğinde; direnmeye ilişkin kısa kararda "peşin değerli gelirlerden 5.000 TL. geçici iş göremezlik, 631,34 TL.nin tahsis-onay ve ödeme tarihlerinden itibaren yasal faizleriyle birlikte davalıdan tahsili ile davacıya ödenmesine, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmasına" karar verilmişken; buna uygun yazılması gereken gerekli kararda kısa karardan farklı biçimde "peşin değerli gelirlerden 5.000 YTL.nin 09.05.2002 tahsis-onay tarihinden itibaren, geçici iş göremezlik ödeneğinden 631,64 YTL.nin ödeme tarihlerinden itibaren işleyecek yasal faizleriyle birlikte davalıdan tahsili ile davacıya ödenmesine, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmasına" karar verilmiş olması çok açık bir çelişkidir.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, diğer temyiz itirazlarının bozma nedenine göre şimdilik incelenmesine yer olmadığına, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 03.06.2009 gününde oybirliği ile karar verildi.
--------------------------------------------------
T. C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu 2007/10-358 E.N , 2007/337 K.N.
İlgili Kavramlar
ANONİM ŞİRKETİN TAFSİYESİ
RÜCUAN ALACAK
TERKİN
İçtihat Metni
Taraflar arasındaki "rücuan alacak" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Tekirdağ Asliye Hukuk (İş) Mahkemesince davanın reddine dair verilen 15.10.2004 gün ve 20/162 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 21.02.2005 gün ve 12512-1543 sayılı ilamı ile, (...Dosyadaki bilgi ve belgelere göre; davalılardan Limited Şirketin işçisi sigortalı Müren'e yapılan yardımların tahsiline ilişkin davanın tasfiye nedeniyle davalıya husumet yöneltilemeyeceğinden reddedilmiş olması usul ve kanuna aykırı olup bozma nedenidir.
Şöyle ki; tüzel kişiliği olan davalı Limited Şirketin tasfiye edildiği ve ticaret sicilindeki kaydının terkin edildiği görülmektedir.Tüzel kişilik ticaret sicilindeki kaydının terkini ile sona erer.
Tüzel kişiliğin sona erdiğinin hukuk açısından kabul edilebilmesi için tasfiye işleminin eksiksiz tamamlanmış olması gerekir. Eğer tasfiye işlemleri gerçek olarak tamamlanmamış ve tasfiyede gereken hususlar eksik bırakılmışsa tüzel kişilik ticaret sicilinden terkin edilse bile şirketin tüzel kişiliğinin sona erdiğinden söz edilemez.
O itibarla davacı Kurum vekiline uygun süre verilerek tasfiye işlemleri ve ortaklarla olan ilişkilerin tam olarak sona ermediği için Limited Şirketin tüzel kişiliğinin yeniden ihyası hakkında tasfiye kurulu ile ticaret siciline husumet tevcihi suretiyle dava açmasının sağlanması ve dava açıldığı taktirde bu davanın sonucunun beklenmesi tüzel kişiliğin yeniden ihyası halinde bu tüzel kişinin kusuru ile belirlenecek gerçek zarar miktarıyla sorumluluğuna gidilerek karar verilmesi gerekir.
Belirtilen maddî ve hukukî olgular göz ardı edilerek noksan tahkikat ve inceleme ile hüküm kurulması bozmayı gerektirir.
O halde, davacı Kurumun bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davacı vekili
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 26. maddesine dayalı rücuan alacak istemine ilişkin olup, iş kazası neticesinde sigortalıya bağlanan gelirler ve yapılan ödemeler nedeniyle oluşan Kurum zararının işveren şirketten tahsilini amaçlamaktadır.
Davalı şirket tasfiye memurunun katılımıyla yapılan 29.11.2000 tarihli sigorta müfettişi incelemesi sonucunda, davacı Kurum tarafından sigortalıya 29.10.2001 onay tarihi ile sürekli iş göremezlik geliri bağlandığı, davalı işveren şirketin Ticaret Sicilinden 9.11.2001 tarihinde terkin edildiği, eldeki davanın ise 24.1.2002 tarihinde açıldığı anlaşılmaktadır.
Limited şirketlerin tasfiyesinde, Türk Ticaret Kanununun 552. maddesi yollaması ile TTK'nun 441-450. maddelerinde düzenlenen anonim şirketlerin tasfiyesine ilişkin hükümler uygulanır.
Limited şirketin tüzel kişiliği ticaret sicilinden silinmesi (terkini) ile sona erer. Tüzel kişiliğin sona ermesi için tasfiye işlemlerinin eksiksiz yapılmış olması gerekir. Şayet, tasfiye işlemleri gerektiği gibi tamamlanmamış ve tasfiyesi gereken hususlar eksik bırakılmışsa, tüzel kişilik ticaret sicilinden silinse bile, limited şirketin tüzel kişiliğinin sona erdiğinin kabulü olanaksızdır.
Bir tüzel kişiliğin son bulmasını ifade eden fesih ve tasfiye işlemi, aynı zamanda Borçlar Hukukuna ilişkin bir hukuki işlem olup, bu karar ve işlemin hataya dayanması karşısında gerçek anlamda bir tasfiye işleminden söz edilemez. Hataya veya kasta dayalı, şeklen gerçekleşmiş bir tasfiyenin kaldırılmasının gerek o işlemi gerçekleştirenlerce, gerekse bundan zarar görenlerce istenebilmesi Borçlar Hukukunun temel kurallarından biridir. Buna yönelik düzenlemeye TTK hükümlerinde yer verilmemişse de, TTK'nun 1. maddesi yollaması ile Borçlar Kanunu hükümleri çerçevesinde, hataya dayalı bir hukuki işlemin düzeltilmesine olanak tanınması kaçınılmazdır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 27.01.1999 gün ve 1999/10-1-1 sayılı Kararı).
Bu durumda, tüzel kişiliğin yeniden ihyasına gidilerek yargılamanın limited şirket tüzel kişiliğine karşı devamının sağlanması gerekmektedir.
TTK'nun 224 ve 445. maddelerinde tasfiye memurunun görev ve yetkileri, tasfiyenin nasıl yapılacağı, alacaklıların haklarının nasıl korunacakları açıklanmıştır.
Her ne kadar, rücuan alacak davası davalı limited şirketin tasfiyesinden sonra açılmış ise de, tasfiye memuru iş kazasından haberdar olup, bu konuda dava açılıp açılmadığını araştırmakla yükümlüdür. Tasfiye memurunun iş kazasından haberdar olması nedeniyle, "Şirketin henüz muaccel olmıyan borçlariyle münazaalı bulunan borçlarına tekabül edecek bir para dahi kezalik notere tevdi olunacağı" yönündeki TTK'nun 445/3. madde hükmü gereğince, belirtilen sair tedbirleri almak suretiyle tasfiyeyi gerçekleştirmeleri gerekir. Eksik işlemler neticesinde tasfiyenin hukuken sonuçlandığı kabul olunamaz.
Ayrıca, tasfiye hainde bulunan bir şirketten alacaklı bulunan kişilerin yapılan ilanlara rağmen alacaklarını yazdırmamalarının alacağın düşmesini gerektirmeyeceği hukuksal gerçeği de dikkate alınmalıdır.
Tüzel kişiliği sona eren şirketin ihyası için tasfiye memuru ile Ticaret Siciline husumet yöneltilerek ayrı bir dava açılması için davacı tarafa HUMK.nun 39 ve 40. maddeleri hükümleri uyarınca uygun bir önel verilmelidir. Dava açıldığı, takdirde ve alınacak sonuca göre eldeki davaya devam edebilme olanağı bulunduğu belirlendiğinde, tüzel kişiliğe tebligat yapılarak, rücu alacağının yöntemince saptanması gerekir.
Yukarıda belirtilen maddi ve yasal olgular karşısında, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 06.06.2007 gününde oybirliğiyle karar verildi.
--------------------------------------------------
T. C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
2004/10-233 E., 2004/262 K.
RÜCUAN ALACAK DAVASINDA ASIL İŞVEREN - ALT İŞVEREN
ÖZET
YAPILMIŞ OLAN ESER SÖZLEŞMESİNDE İŞİN KALİTESİ VE İŞYERİ DİSİPLİNİ AMACIYLA BİR KISIM HÜKÜMLERİN YER ALMASI, İNŞAAT SAHİPLİĞİ DIŞINDA ASIL İŞVERENLİK SIFATINI DOĞURACAK, İŞİ ALANIN BAĞIMSIZ İŞVEREN KİMLİĞİNİ ORTADAN KALDIRACAK BİR ETMEN OLMAYIP, ANILAN SÖZLEŞMENİN, BORÇLAR KANUNU'NUN 356 VD. MADDELERİ DOĞRULTUSUNDA MÜTEAHHİDE YÜKLENEN SORUMLULUĞUN DOĞAL BİR SONUCU OLARAK, SÖZLEŞME HÜKÜMLERİNİN PROJE VE TEKNİK ŞARTNAMEYE UYGUNLUĞUNUN SAPTANABİLMESİ AMACINA YÖNELİK OLDUKLARININ KABULÜ ZORUNLUDUR.
"İçtihat Metni"
Taraflar arasındaki "rucuan alacak" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda (Bursa İkinci İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 24.12.2002 gün ve 2001/886-2002/978 sayılı kararın incelenmesi taraflar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Onuncu Hukuk Dairesinin 31.3.2003 gün ve 2107-2726 sayılı ilamı ile),
1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillere ve hükmün dayandığı gerektirici sebeplere göre, davacı Kurum ile davalı S... A.Ş. vekillerinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2- Davalı K San. Tic. A.Ş. vekilinin temyiz itirazlarına gelince; Dosyadaki bilgi ve belgelerden, asıl işi Polyester iplik ve dokuma üretimi olan K A.Ş.'ye ait fabrikanın yanına ek fabrika, depo ve hizmet binası yaptırmak üzere adı geçen şirketin S…. A.Ş. ile sözleşme imzaladığı ve kaba inşaat işini anahtar teslimi bu şirkete verdiği iş kazasında yaralanan sigortalının S... A.Ş. nin işçisi olduğu anlaşılmaktadır. Davalı K... A.Ş.nin sorumluluğunu belirlerken 506 sayılı Kanunun 87. maddesinde yazılı şartların somut olayda gerçekleşip gerçekleşmediğine bakmak gerekir.
Söz konusu maddenin 2. fıkrasında aracının (=alt işveren) tanımı yapılmıştır. Buna göre, "Bir işte veya bir işin bölüm veya eklentilerinde işverenden iş alan ve kendi adına sigortalı çalıştıran üçüncü kişiye aracı denir" Davalı K….. A.Ş.'nin 87. maddedeki tanıma göre asıl işveren, diğer davalı S....A.Ş.nin ise aracı (=alt işveren) sıfatını kazanabilmesi için, S... A.Ş.nin K... A.Ş.nin gördüğü asıl iş olan polyester iplik ve dokuma üretim işinde veya bu işin bölüm veya eklentilerinde iş alması ve bu işte kendi adına sigortalı çalıştırması gerekir. Oysa, davalı K....A.Ş.nin işi dokumacılık, S... A.Ş.nin işi ise bina inşaatıdır. İnşaat işinde K... A.Ş.nin işçisi çalışmadığı gibi, dokuma işinde de S…. A.Ş.nin işçi çalıştırmadığı anlaşılmaktadır. Bir başka ifade ile her iki davalı şirketin gördükleri işler birbirlerinden farklı ve bağımsız işlerdir. Bu sebeple inşaat işi yönünden K.....A.Ş. işveren değil, inşaat sahibidir. Dolayısıyla S... A.Ş. de K... A.Ş. ile olan ilişkide alt işveren değil, bağımsız işverendir. Nitekim, Hukuk Genel Kurulu 29.4.1998 tarih ve 1998/307-312 sayılı kararında, çimento fabrikasına ait makinaların ihale ile onarım işini yüklenen kişiyi çimento işvereninin alt işvereni saymamıştır. Dairemiz kararları da bu doğrultudadır. 22.2.1998 tarih ve 98/238-3542 sayılı bir kararda metal fabrikasında yaptırılmakta olan ek bina inşaat işinin metal üretim işinden ayrı ve bağımsız bir iş olduğu kabul edilmiştir. Hal böyle olunca K A.Ş.nin 87. maddeye göre sorumluluğundan söz edilemez. Mahkemenin, önceki bozma kararına yanlış anlam vererek ve bilirkişinin taraflar arasındaki hukuki ilişkiye uygun düşmeyen yanılgılı raporuna dayanarak davalı K... A.Ş.yi tazminattan sorumlu tutması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir. O halde, davalı K… A.Ş.nin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz Eden : Davalı K... A.Ş. vekili
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü.
Dava, rücuan alacak istemine ilişkindir. Davacı Kurum vekili, iş kazası nedeniyle sürekli iş göremezlik durumuna giren sigortalıya bağladığı peşin değerli gelirler ve diğer giderler nedeniyle oluşan kurum zararının davalılardan rücuen tahsilini istemektedir. Davalı K Anonim Şirket vekili; şirketin faaliyet konusunun iplik üretimi ve dokuma işi olup, ek fabrika, depo ve hizmet binası yapım işinin ihale ile diğer davalı inşaat firmasına verilmesi nedeniyle, anılan davalı inşaat firmasının taşeron olmayıp, asıl işveren durumunda bulunduğunu, bu nedenlede 506 sayılı Yasanın 87. maddesinde belirtilen müteselsil sorumluluk koşullarının oluşmadığını belirtmektedir. Yerel Mahkemenin; davalılar arasındaki hukuki ilişkiyi anılan Yasanın 87. maddesi kapsamında irdeleyerek davanın kabulüne dair kararı, davalı K... A.Ş. vekilinin temyiz itirazları dikkate alınarak Yüksek Özel Dairece yukarıdaki gerekçeyle bozulmuş, yerel Mahkeme, "davalı K… A.Ş. her nekadar polyester iplik ve dokuma üretimi alanında faaliyet göstermekte ise de, şirkete ait ek endüstriyel tesis inşaatının yapımının diğer davalı S... A.Ş.'e verildiği, bu ek endüstriyel tesis inşaatının makine ve elektrik montajı işlemlerinin de bulunduğu, bunlardan mekanik montaj ve elektrik montaj işlerinin S... AŞ. dışındaki başka taşeronlara verildiği, taraflar arasında imzalanan sözleşme içeriğine göre çalıştırılacak işçilerin vasıflarının belirlenmesi, işin sevk-idaresi ve denetiminde K… A.Ş.nin yetkili olduğunun belirtildiği, S A.Ş. nin ek fabrika inşaatının bir bölümünün yapımını üstlendiği işin anahtar teslimi sureti ile bütününü almadığı, bağımsız bir işyeri niteliğini taşımadığı, taşerona malzemelerin verilmesi işinde asıl işverene ait bir kısım işçilerin iş yerinde çalıştıkları, bu nedenle davalı iş verenler arasında alt-üst işveren ilişkisinin bulunduğu, S… A.Ş.nin taşeron durumunda olduğu, 506 sayılı Kanunun 87 maddesi kapsamında K… A.Ş.nin de asıl işveren olarak sorumlu tutulması gerektiği gerekçesi ile kararında direnmiştir.
Somut olaya geçmeden önce, davanın yasal dayanağını oluşturan 506 sayılı Yasa m. 87 ve ilgili kavramların irdelenmesinde yarar bulunmaktadır. Hemen belirtilmelidir ki, maddenin "aracı" olarak nitelediği üçüncü kişi, gerek mevzuatta, gerekse öğreti ve yargı kararlarında; alt işveren, taşeron, tali işveren, alt müteahhit, alt ısmarlanan vb. adlarla anılmaktadır. Ekonomide yaşanan yoğun rekabet ortamı ve teknolojide ulaşılan seviye, tüm alanlarda uzmanlaşmaya giderek hızlı, kaliteli ve daha uygun maliyetli mal ve hizmet üretimini zorunlu kılmaktadır. Bu gereksinime paralel olarak yeni üretim ve çalışma ilişkileri ortaya çıkmıştır. Bunlardan; asıl işverenin yanında "taşeron" olarak adlandırılan başka işverenlerinde işyerinden iş almaları ve kendi sigortalılarını çalıştırmaları ile uygulama kazanmış olan "asıl işveren-alt işveren" ilişkisini Sosyal Sigortalar Yasası açısından ele alan, 506 sayılı Yasa'nın 87. maddesi hükmü, tıpkı 1475 sayılı İş Yasasının 1/son ve 4857 sayılı İş Yasasının 2/6. maddelerinde olduğu gibi aracının yanında asıl işvereni de sorumlu tutan bir içerik taşımaktadır. Amaç, sigortalının sosyal güvenlik hakkının yanında, halefi konumundaki Sosyal Sigortalar Kurumu'nun prim tahsilatının, alt işverenin yanında asıl işverenin de sorumluluğunu öngören düzenlemelerle güvence altına alınmasını sağlamaktır. Üçüncü kişinin aracılığı başlıklı, 506 sayılı Yasa m. 87; "Sigortalılar üçüncü bir kişinin aracılığı ile işe girmiş ve bununla sözleşme yapmış olsalar bile, bu kanunun iş verene yüklediği ödevlerden dolayı, aracı olan üçüncü kişi ile birlikte asıl işveren de sorumludur. Bir işde veya bir işin bölüm veya eklentilerinde işverenden iş alan ve kendi adına sigortalı çalıştırılan üçüncü kişiye aracı denir." hükmünü içermektedir. Bu hüküm ile asıl işverenin sorumluluğunun kapsamı belirlenmeye çalışılmıştır.
Sosyal Sigortalar Yasasına göre, aracıdan söz edebilmek ve asıl işvereni, aracının borçlarından ötürü sorumlu tutabilmek için, maddenin tanımından ortaya çıkan bir takım zorunlu unsurlar bulunmaktadır. Aracı kavramı her şeyden önce, bir asıl işverenin varlığını, bir başka işverenin asıl işvene ait işin bir bölümünü yapmayı üstlenmeyi ve nihayet asıl işverene ait işyerinde veya işyerinin bir bölümünde iş alanının kendi adına sigortalı çalıştırmayı gerektirir. Asıl işverenle, aracı arasındaki sözleşmenin hukuki niteliğinin önemi yoktur. Önemli olan yön, asıl işverene ait işin aracı tarafından yapımının sağlanmasıdır. Aracının asıl işverenden bir bölüm iş alması ve bu işte kendi adına sigortalı çalıştırması, aracı kavramının belirleyici özelliğini oluşturmaktadır. Aracı her şeyden önce bir "asıl işveren"in varlığını zorunlu kılmaktadır. Maddede belirtilen koşullardan birisinin dahi yokluğu durumunda aracıdan söz edilemez. Asıl işveren; SSK. m. 4/1 gereğince, bu Yasanın 2. maddesinde belirtilen sigortalıları çalıştıran gerçek yada tüzel kişi olup, işveren niteliği sigortalı çalıştırmanın doğal sonucudur. Yasanın tanımından hareketle, asıl işveren-alt işveren ilişkisi için, işyerinde "iş sahibi"nin de işçi çalıştırıyor olması koşulu aranır. Sigortalı çalıştırmayan iş sahibi "işveren" sıfatını kazanamayacağı için, bu durumdaki kişilerden iş alanlarda aracı sayılmayacak ve anılan madde kapsamında dayanışmalı sorumluluk doğmayacaktır. İşverenden alınan iş, işverenin sigortalı çalıştırdığı işe göre ayrı ve bağımsız bir işyeri olarak değerlendirilebilecek nitelikte ise, işi alan kimse aracı değil, bağımsız işverendir. İşin bütünü başka bir işverene bırakıldığında, Sosyal Sigortalar Yasası anlamında bir alt işverenlik, dolayısıyla dayanışmalı sorumluluk söz konusu olmayacaktır. Benzer şekilde, işveren kendisi sigortalı çalıştırmaksızın işi bölerek, ihale suretiyle farklı kişilere vermişse, iş sahibi (ihale makamı) Yasanın tanımladığı anlamda asıl işveren olmayacağından, bir alt-üst işveren ilişkisi bulunmayacaktır. Burada önemli olan yön, "devir" olgusunun somut olayda gerçekleşmesidir. Bu kapsamda, devirden amaçlanan, yapılmakta olan işin, bölüm ve eklentilerinden tamamen bağımsız bir sonuç elde etmeye yönelik, işi alana bağımsız bir işveren kimliği kazandıracak bir işin devridir. Ekonomik olarak birbirleriyle bağlantılı bulunsalar da, bu işyerleri bağımsız sonuç elde etmeye yöneliktirler. İşin devri söz konusu değilse, bu kişiler işveren vekili olarak kabul edilebilecek, bu durumda Yasanın öngördüğü ödevlerden, işi bölüp dağıtan iş sahibi, işveren niteliği ile sorumlu olacaktır. Diğer işyerlerinde sigortalı çalıştırması nedeniyle "işveren" sıfatına sahip olan kimse de, işverenlik sıfatına (devredilen iş dolayısıyla) sahip olmadığı için, asıl işveren olarak sorumlu bulunmayacaktır.
Aynı şekilde, işi alan kişinin de işverenlik sıfatını, alınan işte ve o iş nedeniyle sigortalı çalıştırılması sonucunda kazanmış olması aranacaktır. Alınan işte sigortalı çalıştırmayıp, tek başına yada ortakları ile işi yürüten kişi alt işveren olarak nitelendirilemeyecektir. Bu kişinin diğer bir takım işyerlerinde çalıştırdığı sigortalılar nedeniye kazandığı işverenlik sıfatının sonuca etkisi ise bulunmamaktadır. Yasa, alt işverenlik için, bir işte, bir işin bölüm yada eklentilerinde işverenden iş almayı aramaktadır. 87. madde anlamında aracıdan söz edebilmek için, aracının aldığı iş, işverenin asıl işinin bölüm ve eklentilerindeki işin bir kesimi yada yardımcı işler kapsamında bulunmalıdır. Bir diğer anlatımla, bir işverene ait işyerindeki üretim sürecine, başka bir işverenin dahil olması durumunda "aracıdan" söz edilebilecektir. Bu anlamda bir bağlantının varlığı için, işyerinde üretilen mal yada hizmetin niteliğine bakılması gerekir. Asıl işverenden alınan iş, onun sigortalı çalıştırdığı işe göre ayrı ve bağımsız bir nitelik taşımaktaysa, işi alan kimse alt işveren değil, bağımsız işveren sayılacaktır. Bu noktada belirleyici yön; yapılan işin, diğerinin bütünleyici, yardımcı parçası olup olmadığıdır. İşyerindeki üretimle ilgili olmayan, ve asıl işin tamamlayıcısı niteliğinde bulunmayan bir işin üstlenilmesi halinde, 506 sayılı Yasa uygulaması yönünden aracıdan söz etme olanağı kalmayacak, ortada iki bağımsız işveren bulunacaktır.
Davaya konu somut olaya gelince; asıl işi polyester iplik ve dokuma üretimi olan davalı K… Sanayi Anonim Şirketi, ek fabrika, hizmet binası ve depo yapım işini, diğer davalı S... Sanayi İnşaat Taahhüt ve Ticaret Anonim Şirketine, inşaat sözleşmesi ile vermiştir. Sözleşmede, kullanılan malzemenin cins, miktarı ve kalitesinin iş sahibi tarafından denetleneceği vb. hükümler bulunmaktadır. Zararlandırıcı sigorta olayının, belirtilen işin yapımı sırasında meydana geldiği ve sigortalının davalı S AŞ işçisi olduğu çekişmesizdir. İnşaat işinde davalı K.. AŞ, kendi sigortalılarını çalıştırmamıştır. Yaptırılmakta olan endüstriyel tesis nedeniyle mekanik ve elektrik montaj işlerinin farklı işverenlere verildiği belirtilmiştir. Uyuşmazlık; somut olayda taraflar arasındaki hukuki ilişkinin; asıl işveren-alt işveren mi, yoksa iş sahibi müteahhit ilişkisi mi olduğu noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle belirtilmelidir ki, yapılmış olan eser sözleşmesinde işin kalitesi ve işyeri disiplini amacıyla bir kısım hükümlerin yer alması, inşaat sahipliği dışında asıl işverenlik sıfatını doğuracak, işi alanın bağımsız işveren kimliğini ortadan kaldıracak bir etmen olmayıp, anılan sözleşmenin, Borçlar Yasası'nın 356 vd. maddeleri doğrultusunda müteahhide yüklenen sorumluluğun doğal bir sonucu olarak, sözleşme hükümlerinin proje ve teknik şartnameye uygunluğunun saptanabilmesi amacına yönelik olduklarının kabulü zorunludur. Tesisin tamamının bir tek işverene ihale edilmemesinin, bağımsız işveren niteliğinin oluşmasına engel olacağı düşüncesi ise, yaptırılmakta olan işin kapsam ve bir çok farklı alanda uzmanlığı ve istihdamı zorunlu kılan kompleks yapısı ve ihale edilen işin kendi niteliği içinde, tamamen bağımsız bir bütünsellik oluşturduğu dikkate alındığında kabul edilmesi mümkün görülmemektedir.
Belirtilen bu maddi ve yasal olgular karşısında, işin niteliği ve yürütümü bakımından dokuma işinden tamamen farklı ve bağımsız nitelikteki, ihale ile verildiği anlaşılan ek inşaat işinde sigortalı çalıştırmayan dokuma işvereni davalı K… A.Ş.nin 87. madde kapsamında asıl işveren olarak nitelendirilerek, sorumluluğuna karar verilmesi mümkün değildir. Yerel Mahkemece aynı yöne işaret eden bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usule ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
Sonuç: Davalı K… A.Ş. Vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı, HUMK.nun 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının temyiz edene iadesine, ilk görüşmede çoğunluk sağlanamadığından, 5.5.2004 günü yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Uyuşmazlık, SSK tarafından açılan rücu davasına ilişkindir. Somut olayda iş kazasının oluşmasına neden olan kuyunun fabrika alanında ve davalılardan müteahhitle yapılan sözleşme gereğince diğer davalı fabrika sahibi K... A.Ş. tarafından açıldığı anlaşılmasına göre, bu kuyunun güvenli bir şekilde üstünün kapatılmasından ve o şekilde muhafaza edilmesinden bu davalının da sorumlu olduğu, aksi halde oluşacak zarardan dolayı asıl işveren müteahhit şirket diğer davalı ile birlikte müteselsilen sorumlu olacağı aşikardır. Bu durum karşısında davalı K… A.Ş.nin de SSK.nun 26/2. maddesi hükmü uyarınca davacı Kurum'a karşı zararı gidermekle sorumlu olduğu düşüncesiyle, olayı SSK.nun 87. maddesi çerçevesinde değerlendirerek davalı. K… A.Ş.nin zarardan sorumlu tutulmaması gerektiği yönündeki çoğunluk düşüncesine katılmıyoruz.
--------------------------------------------------
T. C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu 2001/10-117 E.N , 2001/171 K.N.
İlgili Kavramlar
EKSİK ARAŞTIRMA VE İNCELEME
KUSURLU RAPOR İLE KURULAN HÜKÜM
RÜCUEN TAZMİNAT
İçtihat Metni
Taraflar arasındaki "rücuan tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda;Van Asliye 1.Hukuk (İş) Mahkemesi'nce davanın kabulüne dair verilen 29.3.2000 gün ve 1999/805-233 sayılı kararın incelenmesi davalı B... Ltd.Şti.vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10.Hukuk Dairesi'nin 22.5.2000 gün ve 2000/3626-3717 sayılı ilamiyle; (...İş kazasında ölen sigortalının hak sahiplerine bağlanan gelirlerin tazminine yönelik 506 sayılı Kanunun 26.maddesine göre açılan davanın yargılaması sonucunda kabule karar verilmiştir.
1-Mahkemece beğenilmeyen kusur raporuna dayanılarak hüküm kurulması isabetsizdir.
2-Sigortalının görevlendirilmediği bir işyerine seyir için gitmesi kusurluluğunu oluşturur. Kendisinin kusurlu kabul edilmemesi doğru değildir.
3-Hükme dayanak kılınan kusur raporu 506 sayılı kanunun 26.maddesine uygun değildir. Ayrıca raporlar arası açık çelişkinin giderilmemiş bulunması da isabetsizdir.
4-Faiz başlangıç tarihlerinin gelirler yönünden onay, masraflar bakımından sarf ve ödeme tarihleri olarak gösterilmesi gerekirken karar yerinde hataya düşülmüş olması, keza, yasal değişiklikten sonrası için, merkez bankasından sorularak reeskont faiz oranı üzerinden hüküm verilmesi gerekirken bu konunun dahi gözardı edilmesi usule ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
5-Dava teselsülden açıldığı halde bu hususun gözardı edilmesi hatalıdır.
Mahkemece, açıklanan bu maddi ve hukuki olgular gözönünde tutulmaksızın eksik araştırma ve incelemeyle karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
O halde, davalı Şirketin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN

HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, işkazasında ölen sigortalı işçinin hak sahiplerine yapılan harcamalar üzerine uğranılan kurum zararının rücuan ödetilmesi istemine ilişkindir.
Mahkemece, daha önce alınan bilirkişi raporları arasındaki çelişkiyi gideren, davalının kusur oranı gözetilerek olayın oluşuna uygun düzenlenen 3 kişilik iş güvenliği uzmanı bilirkişi kurulu raporu ile davacının davasını kanıtladığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar vermiştir.
Özel Daire yukarıda açıklanan nedenle kararı bozmuş, yerel mahkeme aynı gerekçelerle direnmiştir.
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, mahkeme kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.
SONUÇ : Davalı B... vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA ve aşağıda dökümü yazılı (2.868.000) lira bakiye temyiz ilam harcının temyiz edenden alınmasına, 21.2.2001 gününde ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
--------------------------------------------------
T. C. YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E:1995/10-588 K:1995/799 T:11/10/1995
ÖZET
Sigortalı (davacı), davalı işyerinin boya ünitesinde zehirli gazlara maruz kalarak çalışmıştır. Daha sonra inşaat şirketinde çalıştığı ve hastalık nedeniyle sigortalıdaki iş kaybının % 100 olduğu uyuşmazlık konusu değildir. Meslek hastalığının ortaya çıktığı sırada çalıştığı inşaat şirketinde böyle bir hastalığın meydana gelme olasılığı yoktur.
Meslek hastalığının tesbiti tıbbi bir konudur. Sağlıklı bir çözüme ulaşılabilmesi için sigortalıda meydana gelen hastalığın bir doktor, bir kimya mühendisi bir de işçi sağlığı uzmanından oluşturulacak bilirkişi heyetinden rapor alınarak belirlenmelidir. Ayrıca % 100 maluliyet oluşturan etkenlerin sigortalının tüm çalıştığı işyerinin niteliği ve bu işyerindeki çalışma ortam ve koşulları gözönünde tutularak tesbit edilir.
Diğer taraftan, nev'i değiştirme halinde yeni şirket, eskisinin devamıdır (TTK.m.152). Aynı Kanunun 151. maddesine göre de, iki şirket birleşirse, ortadan kalkan şirketin hak ve borçları kalan şirkete veya yeni kurulan şirkete geçer. Keza BK.nun 180. maddesinde de bir işletmenin diğeriyle birleşmesi ve şeklinin değiştirilmesi halinde devam eden şirket veya işletme, kalkan şirket veya işletmenin borçlarından sorumlu olur. Davalı şirket (işyerinin) devrinin niteliği, ticaret sicilinden dosyası getirtilerek, gerçek durum saptandıktan sonra sorumlu tutulup tutulamayacağına karar verilmesi gerekir. Bu yön üzerinde durulmadan davanın ayrıca husumet yönünden reddi doğru değildir.
Taraflar arasındaki "rücuan tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Kartal Birinci İş Mahkemesi)'nce davanın reddine dair verilen 2/11/1993 gün ve 1992/42 esas, 1993/312 karar sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Onuncu Hukuk Dairesi'nin 24/10/1994 gün ve 1994/12310-17953 sayılı ilamı ile; (...Kurum'un meslek hastalığı sonucu, sigortalıya bağlanan gelirlerin rücuan geri alınmasına ilişkin istemi, mahkemece sigortalının, işyerinden ayrıldığı sırada meslek hastalığı saptanmaması nedeniyle yerinde bulunmamıştır.
Gerçekten meslek hastalığına yakalanan sigortalının davalı işyerinden 1967-1982 yılları arasında çalıştığı ve 1984-1987 yılları arasında da başka bir işyerinde çalışmasını sürdürdüğü ve 1987 yılında da meslek hastalığına yakalandığı dosyadaki belgelerden anlaşılmaktadır. Şu duruma göre, dava konusu sigortalının meslek hastası olduğu yolunda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Öncelikle sigortalının, meslek hastası olduğunun kabul zorunluğu vardır. Uyuşmazlık, davalı işverenin sigortalıda oluşan meslek hastalığı ile ilgisi ve kusur durumuna ilişkindir. Bu yönden ise yöntemince, meslek hastalığı konusunda uzman tıp elemanı, kimya mühendisi ve iş güvenliği uzmanından oluşan heyetçe bir rapor dosyasında bulunmamaktadır. Gerçekten mahkemece, belirtilen türden bir inceleme yapmak ve davalı işyerinde yapılan işin niteliğine göre işyeri koşulları da gözönünde tutularak bir rapor düzenletmek, davalı işyeri ile çıkan hastalık arasında uygun neden-sonuç bağını saptamak ve hastalığın Sosyal Sigortalar Sağlık Tüzüğünde gösterilen yükümlülük süresinde oluşup oluşmadığını belirlemek, ayrıca ikinci işyerinin dahi kusuru olup olmadığını tartışmak ve sonuçta davalı işverenin kendisine düşen sorumluluğunu açıkca ortaya koymak gerekirken eksik inceleme ile davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır...) gerekçesiyle bozularak, dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz Eden: Davacı vekili
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, rücu davasına konu meslek hastalığının oluşmasında davalının kusurlu olup olmadığı, davalıya ait işyerinin çalışma ortamı ile sigortalıda meydana gelen meslek hastalığı arasında illiyet bağı bulunup bulunmadığı ve olayda davalının sorumlu tutulup tutulmayacağı noktalarında toplanmaktadır.
Dosya içeriğine göre; sigortalı Hüseyin'in 2/11/1967- 1968/IV. dönemi P..... Panjur San. A.Ş. işyerinde çalışırken, bu işyerinin, A..... Al.Panjur San. A.Ş.ne dönüştüğü, davacı işçinin de bu işyerinde çalışmasını sürdürdüğü ve bu işyerinin halen P..... Profil Sanayii ve Ticaret A.Ş. olarak çalışmasına devam ettiği tartışmasızdır.
Yine, 25/1/1985 tarihinde A..... Al.Panjur A.Ş.nin el değiştirdiği, sigortalının 1982/1 dönemi dahil, işyerinde "Dış Jaluzi İmalatı" işinde çalıştırıldığı ve bu ünitede püskürtme boya işlerinin yapıldığı da çekişmesizdir.
Davacı işçi, 1982-1984 devresinde serbest çalışmış, 1/9/1984 - 28/2/1985 devresinde İ..... İnşaat Şirketinde çalışmaya devam ederek, 1/3/1985 ila 30/9/1985 tarihleri arasında K..... İnşaat İşyerinde 1/11/1985 - 31/3/1986 tarihleri arasında İ...... İnşaat İşyerinde, 1/4/1986 - 31/12/1987 tarihleri arasında ise İ... İnşaat Pendikburnu işyerinde çalışmasına devam etmiştir.
Sosyal Sigortalar Kurumu İstanbul Meslek Hastalıkları Hastanesi ve Mesleki Rehabilitasyon Merkezi'nin 21/12/1989 tarihli yazısına göre; davacı işçi (A-21,a) benzen ve homologları ile husule gelen intoksikasyona bağlı trombositopeni - jökepeni hastalığına, 15/9/1987 tarihinde musap olmuştur. Belirtilen hastalığın meslek hastalığı sayıldığı ve kazanma gücünde % 100 oranında azalmaya yol açtığı belirlenmiş ve davacının meslek hastalığından çalışma koşulları itibariyle halen P..... Profil Sanayi ve Ticaret A.Ş. olarak faaliyetine devam eden A.... Al. A.Ş.nin sorumlu olduğunu vurgulamıştır.
506 sayılı Yasanın 11/B maddesinde, meslek hastalığı; "sigortalının çalıştırıldığı işin niteliğine göre, tekrarlanan bir sebeple veya işin yürütüm şartları yüzünden uğradığı geçici veya sürekli hastalık, sakatlık veya ruhi arıza halleridir" şeklinde tanımlanmış ve bu Yasaya göre tesbit edilmiş olan hastalıklar dışında herhangi bir hastalığın meslek hastalığı sayılıp sayılmaması üzerinde çıkabilecek uyuşmazlıkların Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulu'nca karara bağlanması öngörülmüştür. Keza, Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğünün Meslek Hastalıkları Bölümünde yer alan 63/2. maddesinde; "Herhangi bir meslek hastalığının klinik ve labaratuvar bulgularıyla kesinleştiği ve meslek hastalığına yol açan etkenin işyeri incelemesi ile kanıtlandığı hallerde, meslek hastalıkları listesindeki yükümlülük süresi aşılmış olsa bile, söz konusu hastalık Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulu'nun onayı ile meslek hastalığı sayılabilir" hükmü getirilmiştir.
Meslek hastalıkları listesinin, benzen (benzol), (benzen ve homologları, toluen, ksilen vb) bölümünde de hipoplazik veya oplazik ilerleyici ağır tipte anemi için yükümlülük süresi üç yıl, lokozlar için yükümlülük süresi on yıl olarak gösterilmiştir.
Yukarıda da açıklandığı üzere, sigortalı 1967-1982/1 devresinde, davalı işyerinin boya ünitesinde zehirli gazlara maruz kalarak çalışmıştır. 1982-1984 devresinde serbest, 1984-1987 devresinde ise inşaat şirketinde çalıştığı ve hastalık nedeniyle sigortalıdaki iş kaybının % 100 olduğu da uyuşmazlık konusu değildir.
Keza sigortalının, 1967-1982 devresi çalışmaları sırasında tedaviler gördüğü fakat periyodik muayenelerinin yapıldığına kayıtlarda rastlanmadığı cevap yazıları içeriği ile belirlenmiştir.
Davacı işçinin malüliyet durumu 1987 yılında tesbit edilmiştir. Mahkemenin, "Meslek hastalığı üç yıllık yükümlülük süresi geçtikten sonra ortaya çıkmıştır" şeklindeki gerekçesi yukarıda belirtilen açıklamalara, 506 sayılı Yasanın 11/B ve Meslek Hastalıkları Tüzüğünün, Meslek Hastalıkları Bölümü 63/1 ile Meslek Hastalıkları Listesindeki yükümlülük süreleri ve sigortalının meslek hastalığının niteliği ve % 100 çalışma gücü kaybı gözönünde tutulduğunda dosya içeriğine uygun bulunmadığı çok açık bir olgudur.
Hastalığın nev'i ve maluliyet oranı nazara alındığında, davacının meslek hastalığının ortaya çıktığı sırada çalışmakta olduğu inşaat şirketinde böyle bir hastalığın meydana gelme olasılığının bulunmadığı da aşikardır.
Meslek hastalığının tesbitinin öncelikle tıbbı bir konu olduğunda duraksama olmayıp bunu belirleyecek bilirkişilerin konunun uzmanı olmalarında zorunluluk vardır.
Oysa mahkemece, bir kimya mühendisinden alınan raporla yetinilmiştir. Halbuki olayda sağlıklı bir çözüme ulaşılabilmesi için sigortalıda meydana gelen hastalığın; bir doktor, bir kimya mühendisi veya kimyager ve bir de iş güvenliği- işçi sağlığı uzmanından oluşturulacak bilirkişi heyetinden rapor alınarak belirlenmesi icap eder. Kimya mühendisi tıp doktoru değildir. %100 maluliyet oluşturan etkenlerin sigortalının tüm çalıştığı işyerlerinin niteliği ve bu işyerlerindeki çalışma ortam ve koşulları gözönünde tutularak tesbit edilmelidir.
Diğer taraftan, mahkemenin red gerekçesinde; davalının işyerini 1985 yılında devir aldığı, bu nedenle hasım ve sorumlu olamayacağı görüşüne de yer verilmiştir. Ne var ki, iş yerinin 1967'de P..... Panjur Sanayi Limited Şirketi ismini taşıdığı, daha sonra ünvan değiştirerek A.... Al Panjur A.Ş. haline geldiği ve 25/1/1985 gününde de davalı P.... Profil Sanayi ve Ticaret A.Ş.ne devredildiği anlaşılmaktadır.
Nev'i değiştirme halinde yeni şirket eskisinin devamıdır (TTK.md.152). Aynı Kanunun 151. maddesine göre de, iki şirket birleşirse, ortadan kalkan şirketin hak ve borçları kalan şirkete veya yeni kurulan şirkete geçer. Keza, BK.nun 180. maddesinde de bir işletmenin diğerleriyle birleşmesi ve şeklinin değiştirilmesi halinde devam eden şirket veya işletme, kalkan şirket veya işletmenin borçlarından sorumlu olur hükmü yer almıştır. Ayrıca da mahkemenin davalı şirkete devrinin niteliğini, Ticaret Sicili Memurluğun'dan Ticaret Sicili Dosyasını getirmek ve gerçek durumu saptadıktan sonra davalının sorumlu tutulup tutulmayacağına karar vermesi gerekirken, bu yön üzerinde durmaksızın davanın ayrıca husumet yönünden reddine karar vermesi de doğru değildir.
O halde, usul ve yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), 11/10/1985 gününde oybirliği ile karar verildi.
--------------------------------------------------
T. C. YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 1995/10-582 K. 1995/896 T. 25.10.1995
ÖZET
Sürekli işgöremezlik geliri bağlanmasını gerektirmeyen iş kazası ve meslek hastalığının üzerinden, zamanaşımı süresi geçmiş ve zamanaşımı def'i de ileri sürülmüşse; ikinci iş kazası sonucu, sürekli işgöremezlik gelirinin bağlanması halinde; peşin sermaye değeri, ikinci kazanın getirdiği meslekte kazanma gücü kaybı oranına göre hesaplanır.
Sosyal yardım zammı, yaşlılık sigortası kolundan ödeniyorsa; istenmemesi veya esasen istenemeyecek olması halleri de dahil; iç tavanın şişirilmesi sonucunu doğuracağından, peşin sermaye değerine katılamaz.
Yaşlılık aylığı nedeniyle işkazası geliri indirilmişse, o tarihten sonraki dönem için, sürekli işgöremezlik peşin sermaye değerinin hesaplanmasında bu indirim de gözönüne alınmalıdır.
Taraflar arasındaki "rücuan tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Sekizinci İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen l.3.l995 gün ve l994/3063 E. 1995/55 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Onuncu Hukuk Dairesinin 20.3.1995 gün ve 1995/2641 E. 2794 K. sayılı ilamı ile; (... İlk rücu davasındaki onama kararında, tavanın %27,93 maluliyet derecesine göre belirlenmesi gerektiğine değinildiği halde bu yolda tavan hesabı yaptırılmaması isabetsizdir. Öbür yandan, 506 sayılı Yasanın ek 24. maddesi gereğince davalı kamu kuruluşu, sosyal yardım zammını Kurum'a ödediğinden, tavana sosyal yardım zammının dahil edilmesi keza usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
Bundan başka Kurum, gelir bağlama tablosunu %31,98 maluliyet derecesine göre hesap etmiştir. Bu davada mademki sigortalının %27,93 maluliyet derecesine göre tavan belirlenmesi gerektiğine işaret edilmiştir, o halde iç tavan bakımından dahi %27,93 maluliyet derecesine göre bağlanan gelirin peşin değeri bulunmalı ve tavanda sınırlı kalınarak bulanacak miktarı geçmemek suretiyle rücu alacağına hükmedilmelidir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz eden: Davalı vekili
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Sigortalı, davalı MKE Kurumu işyerinde, 12.3.1971 tarihinde geçirdiği iş kazası sonucu %4,2 ve 2.2.1985 tarihinde aynı işyerinde maruz kaldığı ikinci iş kazası sonucunda da %29 ve Baltahazar Formulüne göre toplam olarak %31,98 oranında meslekte kazanma gücü kaybına uğramıştır. Bu nedenle kendisine işgöremezlik geliri bağlanmış ve bu gelirin peşin sermaye değerlerini Ankara Sekizinci İş Mahkemesinin 1991/119 numaralı dosyası ile davacı Kurum rücuan tahsil etmiştir. Temyize konu rücu davasında kanun, kararname, katsayı artışları nedeniyle sürekli işgöremezlik gelirinde gerçekleşen artışları talep edilmiştir. Bu davada 21.2.1986- 15.3.1993 tarihleri arasında sigortalıya ödenen sosyal yardım zamlarının dahi istenildiği görülmektedir.
Bilindiği gibi, 506 sayılı Kanunun 19/1. maddesi uyarınca meslekte kazanma gücü kaybının %10'dan az olduğu hallerde sigortalıya sürekli işgöremezlik geliri bağlanamaz. Nitekim, 12.3.1971'de maydana gelen ve %4,2 oranında meslekten kazanma gücü kaybına yol açan iş kazası nedeniyle sigortalıya sürekli işgöremezlik geliri bağlanmamıştır. Bu kural, sonucu itibariyle, sigortalıda önemli bir arıza yaratmayan işkazalarında, Kurumun iş kazaları ve meslek hastalıkları sigortasının sürekli işgöremezlik geliri bağlama biçiminde yardım yapma yükümünün işletilmesini gerektirmediği, bu yönde anılan sigorta kolunun kapsamı dışında tutulduğu, işçinin sürekli işgörememe durumunda kalmadığı, nisbeten fazla efor sarfetme durumunda kalıp da işverenlerden tazminat isterse, böylesine nisbeten önemsiz olayların sonuçlarını işverenin karşılayabileceği, Kurumun devreye sokulmasının gerekmediği, görüşüyle kabul edilmiştir.
Diğer yandan, sigortalının ilk kaza veya meslek hastalığından sonra, yeniden bir iş kazası veya meslek hastalığına uğraması halinde, 506 sayılı Kanunun 21. maddesi uyarınca, meydana gelen arızaların bütünü gözönünde tutularak sigortalıya sürekli işgöremezlik geliri bağlanacağı esası benimsenmiştir. Böylece, önce meydana gelen ve sürekli işgöremezlik geliri bağlanmasını gerektirmeyecek derecede önemsiz sayılan sigorta olayının sonuçları, sonraki iş kazası veya meslek hastalığı ile birlikte, işçi yararına değerlendirilmektedir. Ve bu işlem SS. Sağlık İşlemleri Tüzüğünün 7. maddesinde saptanan Balthazar Formulü uygulanarak gerçekleştirilmiştir. Ve arızaların bütünü üzerinden, sigortalıya sürekli işgöremezlik geliri bağlanmaktadır.
Nitekim, bu olayda da sigortalı, ilk kazadan 15 sene sonra 2.2.1985'de ikinci iş kazasına uğrayınca, SS. Sağlık İşlemleri Tüzüğü uyarınca her iki kazadaki arızaların bütünü nazara alınarak meslekte kazanma gücünü %31.98 oranında kaybettiği kabul edilmiş ve kendisine sürekli işgöremezlik geliri bağlanmıştır.
İlk rücu davasında, bu gelirlerin peşin sermaye değerleri rücuan tahsil edilmiş ve karar kesinleşmiştir. Bu davada artışların peşin sermaye değerleri ve bir kısım sosyal yardım zammı istenildiğine göre, öncelikle bu davada istenilebilecek peşin sermaye değerinin, diğer bir deyimle, iç tavanın belirlenmesi gerekir. Gelir artışları, %31,98 toplam meslekte kazanma gücü kaybı oranına göre hesaplanmıştır. Oysa, bu oran toplam arızaya göre belirlenmiştir. Gelir bağlanmasına yol açan ikinci işkazasının yol açtığı arızalar, %29 oranında meslekte kazanma gücü kaybını gerektirmektedir. %29 ile %31,98 arasındaki fark, ilk kazası sonucu meydana gelen arızaların, 506 sayılı Kanunu m.21'deki özel hüküm nedeniyle %4,2 meslekte kazanma gücü kaybının, özel formül çevresinde dikkate alınmasından kaynaklanmaktadır. Burada çözümlenmesi gereken hukuksal sorun, sürekli işgöremezlik geliri bağlanmasını gerektirmeyen işkazası ve meslek hastalığı nedeniyle meydana gelen arızanın, yasayla ve sosyal düşüncelerle, ikinci iş kazası sonucu doğan meslekte kazanma gücü kayıp oranına katılması halinde, katılan orana isabet eden daimi işgöremezlik gelirinin, aynen son işkazasının işvereninden rücuan tahsilinin mümkün olup olmadığıdır.
Hemen diyelimki burada, olaylardan doğan özelliklerin gözönünde tutulması gerekir. Örneğin:
İlk işkazası, başka bir işyerinde, son kaza veya hastalıklar başka işyerlerinde ortaya çıkmışsa, gelir bağlanmasına yol açan kazanın cereyan ettiği yerin işvereninden ilk ve geliri getirmeyen kazadan doğan farka ilişkin peşin sermaye değeri istenemez. İlliyet ve husumet sorunu ortaya çıkar. Yada ilk olarak meydana gelen ve geliri gerektirmeyen iş kazası ve meslek hastalığı nedeniyle işveren aleyhine maddi tazminat davası açılmış ve tazminat tahsil edilmiş ise, bu durumun gözönünde tutulması gerekir. Yada, ilk olaydan doğan talepler için zamanaşımı oluşmuş ve bu yön, yönetimce ileri sürülmüşse, farkın keza rücuan tahsil edilmemesi icabeder. Fark, talebe dahil edilmemiş olabilir. Özetle, bu konuda çeşitli olasılıklar düşünülebilir. Farkın istenebileceği hallerde de, farka ilişkin işkazasındaki kusur oranı ile ikinci işkazasında gelir bağlanmasını gerektiren işkazasındaki kusur oranlarının, her bölüm için ayrı ayrı gözönünde bulundurulması zorunlu olur. Zira her iş kazası, ayrı bir ani olay ve olgudur. Ve rücuya imkan veren, 506 sayılı Kanunun 11 ve 26. maddelerinde, her bir işkazasındaki kusur oranına bağlı bir tavan ve rücu imkanı düşünülmüştür.
Olayımızda, ilk kaza 12.3.1971 tarihinde, gelir bağlanmasını gerektiren ikinci kaza 2.2.1985'de, onbeş sene sonra meydana gelmiştir. İşbu davada davalı yöntemince zamanaşımı def'inde bulunmuştur. 12.3.1971'de meydana gelen kaza için SS. Kurumu gelir bağlamadığından ve bir onay söz konusu olmadığından, olay nedeniyle bağlanan bir gelir olmaması nedeniyle, bu açıdan bir zarardan bahsedilemeyeceğinden ikinci kazanın gelirinin onayı da burada kullanılamayacağından, 12.3.1971 tarihli olay için yapılabilecek talepler, on yıllık akdi zamanaşımına uğramıştır. Bu olaydan doğan meslekte kazanma gücü kaybı fark oranı için, artık rücu tazminatı istenemeyeceği gibi, bu kısma ilişkin sürekli işgöremezlik gelirinin peşin sermaye değeri iç tavana da dahil edilemez.
O halde, peşin sermaye değeri sadece ikinci kazanın gerektirdiği %29 oranındaki meslekte kazanma gücü kaybı oranına göre hesaplanmalıdır.
Öte yandan, sigortalıya 15.3.1993 tarihinden yaşlılık aylığı bağlanması nedeniyle işkazası geliri 506 sayılı Kanun m. 92 uyarınca 1/2 indirildiğinden, o tarihten sonraki dönem için sürekli işgöremezlik geliri peşin sermaye değerinin bu oranda indirimli nazara alınması zorunludur.
Keza, 15.3.1993 tarihinden sonra sosyal yardım zammı yaşlılık sigortası kolundan ödenmekte olup, işkazası nedeniyle bağlanan sürekli işgöremezlik gelirinin peşin sermaye değerine katılmaması gerekir. Aksi bir işlemle katılarak iç tavanın şişirilmesi, fazla rücu tazminatı tahsiline yol açacağından kabul edilemez. Kaldı ki, ek m. 24/1 uyarınca işveren Kurum bunları SS. Kurumuna ayrıca ödeyeceğinden bu hükmün nazara alınmaması suretiyle hesaplanan iç tavanın ayrıca mükerrer tahsile ve haksız iktisaba yol açacağı ortadadır.
Gerçi, davacı, 15.3.1993'den sonraki sosyal yardım zamlarını istememiştir. Fakat bunların istenmemesi veya esasen istenemeyecek olması, başka konu, bunların iç tavana katılması başka konudur. O tarihten sonraki sosyal yardım zammı istenmemekle beraber, bunların iç tavana katılması, diğer istenebilecek kalemler için tavanın şişirilmesi sonucunu doğuracağından kabul edilemez.
Ne varki, Özel Daire bozmasında %27,93 oranının %29 olarak ifade edilmesi gerekir.
Bu itibarla usul ve yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 25.10.1995 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
--------------------------------------------------
T. C. YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 1995/10-856 K. 1995/1073 T. 6.12.1995
ÖZET
Bildirilmeyen sigortalılar için, zararlandırıcı sigorta olayı sonrasında sağlanan yardımların kusursuzluk ilkesine dayanılarak geri istendiği rücuan tazminat davalarında da; her sorumluluğun bir yerde bitmesi gerektiğinden, kişiler sonsuza dek dava tehdidi altında tutulamayacaklarından, hak ve nesafet kurallarına göre 506 sayılı Kanunun 26. maddesindeki "tavan"ın kıyasen uygulanması gerekmektedir.
Taraflar arasındaki "rücuan tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Altınözü Asliye Hukuk (İş) Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 2.6.1994 gün ve 1994/78-103 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin H.U.M.K.nun 381 ve 388nci maddelerine uygun biçimde bir tefhim yapılmadığı cihetle kararın tebliği tarihinden itibaren temyizin süresinde bulunduğu kabul suretiyle işin esası ile ilgili olarak yapılan inceleme sonunda verilen 8.11.1994 gün ve 1994/12991- 18498 sayılı ilamı ile; (.. 1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillere ve hükmün dayandığı gerektirici nedenlere göre, sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2- Dava, zararlandırıcı sigorta olayına maruz kalan sigortalıya veya haksahiplerine Kurumca yapılan sosyal sigorta harcamalarının rücuan ödettirilmesi istemine ilişkindir. Dava konusu olayda, 9 ve 10. maddelerin öngördüğü koşulların oluştuğu uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık, 10. maddeye dayanan rücu davalarında 26. maddesinin öngördüğü "tavanın" uygulanıp uygulanmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Davanın yasal dayanağı 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 9 ve 10. maddeleridir. Anılan 10. maddenin üçüncü fıkrasındaki, "ancak yukarıdaki fıkralarda belirtilen sigorta olayları için Kurumca yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutarı ile, gelir sağlanırsa bu gelirlerin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri tutarı 26. maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın işverene ayrıca ödettirilir" hükmü yer almıştır. Anılan hükümde yazılı "sorumluluk halleri" ibaresi sözlük anlamıyla sorumluluğa neden olan maddi olguları başka bir anlatımla kusur durumunu hedeflemektedir. Yoksa sorumluluğun kapsam ve tutarını içermez. Gerçekten, 10. maddenin yollamada bulunduğu 26. maddenin ilk metninde sorumluluğu tazminat tutarı bakımından sınırlayan bir hüküm yer almamış ve böyle bir sınırlama 3395 sayılı Kanunla maddeye dahil edilmiştir. O halde, Kanun yazım tekniği açısından 10. maddenin 26. maddeye sonradan getirilen tazminat tutarı sınırlamasını dışladığı düşünülemez. Öte yandan, işverenin kusurlu ve suç sayılır eyleminden dolayı sorumluluğunu düzenleyen 26. maddede 3395 sayılı Yasayla yapılan değişiklikle, işverenin ödemesi gerektiği rücu tazminatının miktarına sınır getirilmiştir. Başka bir anlatımla, kusurlu veya suç sayılır eylemi ile sigortalıya veya haksahiplerine sosyal sigorta harcamalarının yapılmasına neden olan işverenin ödeyeceği rücu tazminatı miktarı sigortalı veya haksahiplerinin işverenden isteyebileceği tazminat miktarı ile sınırlandırılmıştır.
Hal böyle olunca ve özellikle kusursuz sorumluluğu öngören 10. maddeye dayanılarak açılan rücu davalarında da 26. maddenin öngördüğü tavanın kıyas yoluyla uygulanmasının hak ve nesafet kurallarına uygun olacağı, esasen davanın yasal dayanağını oluşturan 10. maddenin uygulamaya cevaz verdiği, engelleyici hüküm içermediği açıktır.
Mahkemece yapılacak iş, sigortalının veya haksahiplerinin işverenden isteyebileceği tazminat (tavan) miktarını önce kusur durumunu hiç gözetmeksizin belirlemek ve belirlenen tazminat miktarını geçmemek üzere tarafların kusurlu veya kusursuz durumları nazara alınarak Borçlar Kanununun 43, 44. maddeleri gözönünde tutularak rücu alacağına hükmetmekten ibarettir.
Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular gözönünde tutulmaksızın eksik inceleme ve araştırma sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz Eden: Davalı vekili
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davada, işkazası sonucu yaralanan sigortalının haksahiplerine bağlanan gelirin peşin değerinin tahsili için 506 sayılı Yasanın 9 ve 10. maddesine dayanılarak daha önce açılan rücu davasının kabulle sonuçlanıp kesinleştiği, bilahare katsayının artması nedeniyle gelirlerde artış meydana geldiği öne sürülmüş bu artışın peşin değerinin 9 ve 10. maddeye göre davalıdan tahsiline karar verilmesi istenmiştir.
Dava konusu olayda 9 ve 10. maddelerin öngördüğü koşulların oluştuğu hususu tartışmasızdır. Uyuşmazlık, 506 sayılı Yasanın 26. maddesinin getirdiği tavan sınırlandırılmasının 9 ve 10. maddeye göre açılan rücu davalarında da uygulanıp uygulanmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Davanın yasal dayanağı 506 sayılı Yasanın 9 ve 10. maddeleridir. 9. madde aynen "işveren çalıştırdığı sigortalıları örneği Kurumca hazırlanacak bildirgelerle engeç bir ay içinde Kuruma bildirmeğe mecburdur." hükmünü getirmiştir. İşverence bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde izlenecek yol ve işverenin sorumluluğunun kapsamı 10. maddede düzenlenmiştir. Anılan maddede de bildirimsiz sigortalı çalıştırılmış ve bir işkazası meydana gelmiş ise, Kurum ilgililere gerekli sigorta yardımlarını yapar ve bu yardımlar için 10ncu maddenin son fıkrası gereğince işverene rücu eder. Zira bu fıkrada "ancak yukarıdaki fıkralarda belirtilen sigorta olayları için Kurumca yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutarı ile gelir bağlanırsa, bu gelirin 22nci maddede sözü geçen tarifeye göre hesabedilecek sermaye değerleri tutarı 26ncı maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın işverene ayrıca ödettirilir." hükmü yer almıştır. Buradaki "sorumluluk halleri" ibaresi sorumluluğa neden olan maddi olguları ve kusur durumunun tesbitini hedeflemektedir. Yoksa sorumlu tutulacak tazminat miktarını belirlemeyi amaçlamamaktadır. Çünkü işverenin 26. maddeye göre sorumluluğu kusur esasına 10. maddeye göre sorumluluğu ise kusursuzluk ilkesine dayanır. İşkazasının oluşumunda işverenin hiçbir kusuru yoksa bile sigortalıyı Kuruma bildirmemiş ise yapılan sigorta yardımlarından ötürü 10. maddeye göre sorumlu tutulur.
İşte, "26ncı maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın" ibaresi kusursuz sorumluluğu ifade etmek için metinde yer almıştır.
Bu açıklamaların ışığında öncelikle belirlenmesi gereken husus, 9 ve 10. maddeye göre açılan rücu davalarında, işverenin sorumluluğu sınırının tazminat miktarı bakımından nereye kadar gideceği başka bir anlatımla ileriki yıllarda her katsayı artışında gelirlerde artış sözkonusu olacağından işverenin hudutsuz bir biçimde bu artışlardan sorumlu tutulup tutulamayacağıdır. Özel dairenin bozma kararında 26. maddede olduğu gibi 9 ve 10. maddeye dayanılarak açılacak rücu davalarında da işverenin sorumluluğuna sınırlama (tavan) getirilmesi gerektiği görüşünün benimsendiği görülmektedir.
Gerçekten 26. maddenin birinci fıkrasında, "her türlü giderlerin tutarları ile gelir bağlanmışsa bu gelirlerin 22. maddede belirtilen tarifeye göre hesaplanacak sermaye değerleri toplamı sigortalıya veya haksahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere Kurumca işverene ödettirilir" hükmü getirilmiştir. Böyle bir sınırlama 26. maddeye ilk defa 3395 sayılı Yasa ile ve bu konudaki boşluğu dolduran Yargıtay İçtihatlarından esinlenerek dahil edilmiştir. Yasa koyucunun aynı değişikliği 10. maddede yapmamış olması, bu maddeye göre açılan davalara sınır tanımadığı anlamına gelmez. Öte yandan 10. maddenin amaca yönelik yorumlanmasından bu maddeye göre açılan davaların sınırsız şekilde süreceği sonucu çıkmamaktadır. O itibarla kusursuz sorumluluğu öngören 9 ve 10. maddeye dayanılarak açılan rücu davalarında da 26ncı maddenin öngördüğü sınırlamanın (tavanın) kıyas yoluyla uygulanmasının hak ve nesafet kurallarına uygun düşeceği açıktır.
Esasen her sorumluluğun bir yerde bitmesi gerekir. Kişilerin ölünceye kadar kendilerinin, ölümleri halinde onların halefi durumunda bulunan mirasçılarının aynı olay nedeniyle sonsuza dek dava tehdidi altında tutulmalarına cevaz vermek gerek Usul Hukukunun gerekse Maddi Hukukun evrensel kurallarına uygun düşmez.
10. madde ile 26. madde arasında benzerlik bulunmadığı, dolayısıyla kıyas hükümlerinin uygulanmayacağı görüşü ile, sınırlamanın, zamanaşımı veya Borçlar Kanununun 43, 44. maddelerinin uygulanması suretiyle gerçekleşebileceği görüşlerine de itibar etmek mümkün değildir. Zira, 26. madde ile 10. madde Kurumun rücu hakkını düzenlemiş olup ayrıldığı tek nokta sırasıyla kusurlu ve kusursuz sorumluluğa ilişkin olmalarıdır. Tek bir noktada ayrılığın varlığı kıyas hükümlerinin uygulanmasını engellemez. Özellikle rücu alacaklarının miktarının hesaplama şekli, izlenecek yol bakımından aralarında ayniyet vardır. 1992/3 esas sayılı, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu kararı ile her artış ayrı bir olgu kabul edilerek zamanaşımının olay tarihinden değil artışın onayı tarihinden itibaren hesap edileceği kabul edildiğinden davanın zamanaşımı hükümleriyle sınırlandırılması yoluna da gidilememektedir. Borçlar Kanununun 43 ve 44. maddelerinin uygulanması da uyuşmazlığı bir yerde bitirmemektedir. Bu uygulama sadece hükmedilen tazminat miktarından bir kesiminin indirilmesi sonucunu doğurabilir.
Hal böyle olunca mahkemece, yapılacak iş, haksahiplerinin işverenin isteyebileceği tazminat (tavan) miktarını önce kusur durumunu hiç gözetmeksizin belirlemek ve belirlenen tazminat miktarını geçmemek üzere davalının olaydaki kusursuzluğu dikkate alınarak Borçlar Kanununun 43 ve 44. maddeleri uygulanarak varılacak sonuç uyarınca rücu alacağına hükmetmekten ibarettir.
Bu itibarla, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda açıklanan ve Özel daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 6.12.1995 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Sigortalı Abdurrahman, işveren davalı Mehmet'in otobüsünde şoför olarak çalışırken, 10.3.1985 günü kullandığı otobüsün dağılan mafsal bilyasını çekiç keski ile vurarak onarmak isterken kopan bir parçanın gözüne isabeti sonucu %32 oranında meslekte kazanma gücünü kaybetmiş, Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından kendisine gelir bağlanmış ve masraf yapılmış, olayda %50 sigortalı ve %50 oranında da kaçınılmazlık öngörülmüş ve böylece işveren davalı Mehmet'in kusuru bulunmamış ise de, sigortalı 1.9.1984'de işe girmiş ve bu tarihten başlayarak bir aylık yasal süre içerisinde işe giriş bildirgesi verilmemiş ve olay bu süre geçtikten 4 aydan sonra yani sigortalı kaçak olarak çalıştırılırken meydana gelmiş olduğundan, 506 sayılı Kanun m. 9-10'a dayanılarak, 988/171 esasta açılan rücu davasında, işverenin kusursuzluğu %50 oranında hakkaniyet indirimi sebebi olarak kabul edilip, isteğin %50sine karar verilmiş ve bu karar Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 19.10.1993 tarih ve 5415/11032 sayılı ilamı ile onanarak kesinleşmiştir.
Arada geçen sürede işkazası gelirinde Kanun ve Kararnamelerle artışlar olmuş, bağlanan gelir peşin değeri 229.993.105. TL.ye ulaşmış, ilk dava ile bunun ancak 5.491.838. liralık kısmı tahsil edildiğinden, bakiye 224.501.267. TL.den işverenin kusursuzluğunu ve önceki davadaki %50 hakkaniyet indirimi oranını gözönünde tutan davacı Kurum, sadece 109.527.195. TL.yi yani B.K. m. 43-44'e göre yapılacak hakkaniyet indirimini, önceki davada uygulanan hakkaniyet indirimi oranını kendisi benimseyerek, indirimli miktar olarak istemiş ve yerel mahkeme örnek bir şekilde bu isteği aynen kabul etmiştir.
Davalı avukatının temyizi üzerine Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 8.11.1994 tarih ve 12291/18484 sayılı ilamıyla o güne kadarki uygulaması ve içtihadını değiştirerek, yazılı şekilde yerel mahkeme kararını bozmuş, yerel mahkeme direnmiş, davalının temyizi üzerine yüksek Hukuk Genel Kurulu dahi, Özel Daire görüşünü benimseyerek, yazılı gerekçelerle direnme kararını bozmuştur.
Bu karara aşağıdaki gerekçelerle karşıyım, şöyleki;
A) Usul yönünden :
Özel Daire çoğunluğu, 30 yılı aşkın bir tatbikatı ve yerleşmiş içtihadı Yargıtay Kanununun 15/b maddesindeki prosedürü işletmeden ve kendisini yasa koyucu yerine koyarak ve anılan maddeye aykırı bir şekilde değiştirmiş ve Hukuk Genel Kurulu'nun sayın çoğunluğu da, bu gerçeği gözardı ederek, İçtihadı Birleştirme mekanizmasını işletmeden, konuyu kendisi çözümleyerek, anılan maddeyle kurulan sistemin işlemesini engellemiştir.
Bu yönteme karşıyım.
B) Esas yönünden :
Davanın yasal dayanağı 506 sayılı Kanunun 9-10 maddeleri olup, bu maddelerdeki koşulların oluştuğu, hatta bu konularda kesin hüküm bulunduğu ve bu davanın, Kanun ve Kararnamelerle yapılan gelir artışlarına ilişkin olduğu konularında, uyuşmazlık yoktur.
Uyuşmazlık, kaçak işçi = kayıt dışı işçi çalıştıran ve primlerini ödemeyen, yasal yükümlülüklerini yerine getirmeyen işverenlere ilişkin 9-10. maddelere dayanan davalarda, yasal prosedüre uygun olarak kayıtlı işçi çalıştıran, bildirgelerini veren ve primlerini ödeyen fakat sigorta olayının meydana gelmesinde özel maddede = (26. madde) yazılı türden kusuru bulunan işverenlere rücu edilmesi konusunu düzenleyen 26. maddedeki tavan sınırının, kıyasen uygulanıp uygulanamayacağı, keza kıyasen uygulamanın zorunlu olduğu görüşünün geçerliliği için gösterilen gerekçelerin varit olup olmadığı konusundadır.
Hemen belirtilmesi gerekir ki, sayın çoğunluğun kararında, her nedense, 9-10. maddelerin kaçak işçi çalıştıran, Kuruma prim ödemeyen ve kayıt dışı işgören yasal yükümlülüklerini yerine getirmeyen işverenlere rücu edilmesi konusunu düzenlediği, kuvvetle vurgulanacağı yerde, olayın bildirimsiz sigortalı çalıştırma gibi, sanki masumane bir olgudan- işe giriş bildirgesi verilmemesinden kaynaklandığı şeklinde, bir takdim tarzına yer verilmiştir. Bu eksiklik, sayın çoğunluğu, sonuçta, kıyasın caiz olduğu görüşüne getirmiştir. Oysa, ülke gerçekleri gözönünde tutularak, kaçak işçi çalıştırmanın yaygın bir uygulaması bulunduğu, sosyal güvenlik sistemini ve ülke ekonomisini temelden sarstığı vurgulanmalıydı. Kaçak işçi çalıştırma vakıası ile, 9-10. maddelerin, bunu önlemenin medeni cezası olduğu gerçeğinin telaffuzundan özenle kaçınılmıştır.
Burada öncelikle, 9 ve 26. maddelerin hukuksal niteliklerini açıklamak gerekir. Şöyle ki, 506 sayılı Kanun m. 10, işyerinde sigortalı çalıştırıldığının işveren tarafından süresinde Kuruma bildirilmemesi halinin, işverene yönelik müeyyidesini düzenlemektedir. İşveren çalıştırdığı sigortalıları, örneği Kurumca hazırlanacak bildirgelerle (işe giriş bildirgesi) en geç bir ay içinde, m. 9 uyarınca, Kuruma bildirecektir. Şayet bildirmez ise, sigortalıyı kaçak çalıştırmış olacaktır. Prim ödemeksizin, yasal yükümlülüklerini yerine getirmeden çalıştırmış olacaktır. İşte kaçak çalıştırılan bu kişiler, bildirim süresi geçtikten sonra, iş kazası, meslek hastalığı, hastalık ve analık risklerinden her hangibirine maruz kalırlarsa, kaçak çalıştırılmalarına, Kuruma tescilli olmamalarına rağmen Kurum, kendilerine gerekli sigorta yardımlarını yapacaktır. Ancak m. 10/3 uyarınca "yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutarı ile, gelir bağlanırsa, bu gelirin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri tutarı, 26. maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın, işverene ayrıca ödettirilecektir". Oysa, işkazası, meslek hastalığı halinde, Kurumun harcamaları m. 26 ve hastalık halinde ise m. 39, 41 uyarınca, işverene ve üçüncü kişilere, rücuan ödettirilebilmektedir. M. 10/3'de ise kurumun karşıladığı risk, işkazası, meslek hastalığı ve hastalık ve analık riski olmasına karşın, o maddelerden ayrı, halefiyete dayanmayan, sırf işverene ve onun bildirge vermeme eylemine yönelik, bağımsız bir rücu davası öngörülmüştür. Halefiyete dayanmamaktadır. Çünkü, işveren sigorta olayının meydana gelmesinde, kusursuzluğu nedeniyle, sigortalısına karşı sorumlu olmasa bile, bildirge vermemesi yüzünden, Kuruma karşı sorumlu olabilmektedir. İşveren sigorta olayının meydana gelmesinde, ister kusurlu, ister kusursuz olsun, bildirge vermemesi nedeniyle, Kuruma karşı sorumlu olacaktır. Yani, burada, işverenin bildirge vermeme- kaçak işçi çalıştırma eylemi, bir çeşit medeni ceza ile, kusursuz rücu tazminatı sorumluluğu ile, cezalandırılmaktadır. İşverenin bu eylemi, ayrıca 506 sayılı K. m. 140/b uyarınca, idari para cezası ile dahi müeyyidelendirilmiştir. İşverenin, m. 10/3'e dayanan sorumluluğunun haleflik ilkesi ile ilgisi olmadığı 10. H.D.nin 7.2.1984 T. ve 14444/1527, 8.3.1987 T. ve 921/1096 s. 14.9.1987 T. ve 4220/4215 s, 24.3.1992 T. ve 2264/3672 s, 27.3.1990 T. ve 8961/2902 s, 30.5.1989 T. ve 2781/4811 s, 6.3.1989 T. ve 187/2054 sayılı kararlarında ve öteki bir çok kararlarında vurgulanmıştır.
Gerçekten, burada, işyerinde kaçak çalıştırılan işçiye yardım yapma yükümü, Kuruma, özel bir kanun maddesiyle yükletilmiştir. İşçi, sigortalı olarak tescilli olmadığı halde, sosyal bir düşünceyle S.S. Kurumu devreye sokulmuş, belli risklerle karşılaşması halinde, ona, yardım etmekle mükellef kılınmıştır. İşçi de icabında işveren ve işyeri de, tescilli olmadığı ve Kurumca bilinmediği ve de işverenden hiç bir prim ve yarar sağlamadığı halde, sırf ekonomik açıdan güçsüz olan işçi, ortada kalmasın diye, Kurum, yükümlülük altına sokulmuştur. İşveren, sigorta olayının meydana gelmesinde kusursuz da olsa, diğer bir deyimle, m. 26 uyarınca işverene rücu caiz olmasa bile m. 10'a göre rücu mümkün olacaktır. M. 26'ya giren hallerde, işveren prim ödediği ve işkazası ve meslek hastalığına karşı işçinin resmi sigortalanması işlemini sağladığı için, kusuru olmayan olaylarda sorumluluktan kurtulmakta, m. 10'da ise, kaçak çalıştırma, sigortalattırmama eylemi nedeniyle sigorta olayının oluşmasında kusuru olmasa da, Kurumu yasal yardım yükümlülüğü ile karşı karşıya bıraktığı için, işveren, Kurumun giderlerini karşılamakla yükümlü tutulmaktadır. Böyle bir sonuç ve ilişkide, ne klasik, ne de temelinde rücu hakkı bulunan türden, yasal bir halefiyet söz konusu değildir. M. 26'da ise, Kanundan doğan ve temelinde rücu hakkını içeren bir halefiyet ilişkisi vardır ve bu nedenle, oradaki işverenin rücu sorumluluğuna, önceleri Yargıtay İçtihatlarıyla ve sonra 3395 sayılı Kanunun bu içtihatları benimsemesi ile, yasal olarak, "... sigortalı veya hak sahipleri kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere" şeklinde bir tavan sınırı uygulanmıştır. Şu halde, 26. maddede tavan sınırı uygulanması, haleflik ilkesinin gereği ve sonucudur. M. 10'a dayanan davalar ise, haleflik ilkesine dayanmayıp, kaçak işçi çalıştırmanın medeni cezasını oluşturmakla, böyle bir sınırlamaya tabi tutulmamıştır. O kadar ki, 3395 sayılı K. ile 26/1 madde değiştirilerek tavan sınırı konurken, 10/3 maddeye hiç dokunulmamıştır. Yasa koyucunun bu davranışı tamamen, bilinçlidir.
Şimdi, m. 10/3'e dayanan tazminat davalarında sorumluluğun sınırı ve kapsamı nedir? Bunu m. 10/3 "Kurumca yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutarı ile, gelir bağlanırsa bu gelirin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri tutarı, 26. maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın işverene ayrıca ödettirilir" şeklinde belirlenmektedir. Demek ki, her ne masraf yapılmışsa veya gelirlerin peşin sermaye değeri ne ise, o işverenden alınacaktır. 26. maddede ise, aynı şeylerin, yani gider ve gelirlerin peşin değerlerinin, hemen aynı sözcüklerle işverene ödettirileceği yazılı olmakla beraber, "sigortalı veya haksahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olarak" şeklinde bir tavan sınırı getirilmektedir. Bu sınır, 10/3 maddede yoktur. Daha önce halefiyetten hareketle, içtihaden kabul edilen bu tavan sınırını, 3395 sayılı Kanunla 26/1 maddeye ekleyen yasa koyucu, yukarıda belirtildiği gibi 10/3 maddeye hiç dokunmayarak 10. madde için böyle bir sınır söz konusu olamayacağını, özellikle ifade etmiş olmaktadır. İsteseydi, m. 10'a da, aynı sınırı koyardı.
Bugüne kadarki Yargıtay uygulaması da, istisnasız bu görüşler çevresinde şekillenmiş iken, bu davada, yasal düzenlemelerin espirisine, hukuki dayanaklarına ve açık yasa metinlerine aykırı bir tarzda, Hukuk Genel Kurulu çoğunluğu tarafından, 506 sayılı K. m. 10/3'e dayanan davalarda da m. 26'daki tavan sınırının kıyas yoluyla uygulanması gerekeceği kararlaştırılmıştır.
Oysa, 26. maddedeki tavan sınırı, 10. maddeye dayanan rücu davalarında kıyasen uygulanamaz. Neden uygulanamayacağının gerekçelerini sıralamadan önce, sayın çoğunluğu bu kanıya vardıran kimi hatalı görüşleri belirlemek gerekir.
Genel Kurul kararında, 26. madde ile 10. maddenin ayrıldığı tek noktanın, birinin kusurlu ötekinin kusursuz sorumluluğa ilişkin olduğu, tek bir noktada ayrılığın kıyası engellemeyeceği ifade edilmiştir. Oysa, ayrılık, tek noktada değil, birçok noktadadır. Tek noktada ayrılıyorlar, kıyas bu sebeple caizdir demek, büyük bir hukuksal yanılgıdır. Zira, 10. madde kusursuz bir mesuliyet halini düzenliyor denebilirse de, aslında, burada işverenin bildirge vermeme- (yapması gereken bir işi yapmama eylemi) vardır. Ve bu eylemi, m. 10/3'deki müeyyide ile, medeni ceza ile cezalandırmıştır. Demek ki, burada işverenin, yapmama şeklinde, menfi, kusurlu bir eylemi vardır. Ve bu eylemin cezası konmuştur. Kusursuz mesuliyet kavramı ile, sigorta olayının meydana gelmesinde, kusursuz da olsa, bu müeyyidenin tatbik edileceği vurgulanmaktadır. Oysa, 26. maddede, işçisini Kuruma bildiren, primini ödeyen, yasal yükümünü yerine getiren, kısaca yasal çalışan işveren, o maddede yazılı özel kusurları işlerse, diğer bir deyimle, sigorta olayının meydana gelmesinde açıklanan türde kusuru sebkederse, bu kusurlu eylemi ile zarara uğrattığı işçisine, Kurumun yasal yükümlülüğü gereği yaptığı harcamaları, Kurum işçinin halefi olarak işverenden isteyebilmektedir. İkinci fıkrası ile de, olaya karışan 3. kişi ve kusurları varsa onları çalıştıranlara da rücu edebilmektedir.
Bu önemli farktan başka 2nci fark, 10. maddedeki dava açıklandığı gibi, medeni ceza olup, haleflik ilkesine dayanmazken, 26. madde suigeneris Kanuni haleflik ilkesine dayanmaktadır. Ve 26. madde tavan sınırı, haleflik ilkesi nedeniyle konulmuştur. Bu yön, 1.7.1994 T. ve 3/3 sayılı içtihadı birleştirme kararında da vurgulanmıştır. Zira haleflik söz konusu olmadıkca, tavan sınırı konamaz. 10. maddeye tavan sınırı konmamış olmasının, en önemli sebebi de budur.
Üçüncü fark, 10. maddenin hem işkazası ve meslek hastalığı, hem hastalık, hem analık sigortalarını kapsamasına karşın, 26. maddenin sadece işkazası ve meslek hastalığı sigortası koluna münhasır bulunmasıdır.
Dördüncü fark, amaç bakımındandır. 10. madde, sigortalının tescilini sağlamayı, kayıt dışı, kaçak işçi çalıştırılmasını engellemeyi amaçlamaktadır. Bu amaç, primli sistemle çalışan bir sosyal güvenlik sisteminde, yaşamsal bir önem taşımaktadır. Yaptırımlarında bu amaca paralel olması doğaldır.
26. maddede ise, böyle bir amaç yoktur. Orada işveren sigortalılarının bildirgelerini Kuruma vermiş, yasal yükümlülüklerini yerine getirmiş, primlerini ödemiştir. Orada, sadece işverenin işçi sağlığı ve işgüvenliği önlemlerine uyması, uymaz ise kusuru oranında rücu tazminatı ödeyeceği öngörülmüştür. Fakat orada Kurum, sigortalının halefi olarak bu rücu davasını açtığından, sigortalının -işçinin işverenden isteyebileceği tazminat miktarı- kadar, sınırlı bir tazminat yükümlülüğü bulunduğu ifade edilmiştir.
Görülüyor ki, bu 2 madde arasında 1 noktada değil 4 ayrı noktada farklılık mevcut olup, bunlar niteliktece de ayrı müesseseleri oluşturmaktadırlar. Sayın çoğunluğun, 20. maddedeki "sorumluluk halleri aranmaksızın" ibaresinin, 10. maddedeki sorumluluğun, kusursuz sorumluluk olduğu anlamına geldiği, tazminatın miktar ve tavanı ile ilgili olmadığı biçimindeki yorumu dahi, hatalıdır ve yanlıştır.
Bu sözcüklerin, 26. maddedeki kusur halleri aranmaksızın, onlar olmasa da 10. maddeye göre sorumluluk gerçekleşir anlamına geldiği kuşkusuzdur. Fakat, sadece bu anlamla sınırlı değildir. Kimileri, tavan sınırı 3395 sayılı Kanunla 26. maddeye konulduğu ve 10. madde 506 sayılı Kanunun kabul tarihi olan 17.7.1964'den beri aynen mevcut olduğu için, "sorumluluk halleri" sözcüklerinin sonradan yürürlüğe giren bir kanunla getirilen tavan sınırını icermeyeceğini savunmaktadırlar. Çoğunluk kararında da ifade edildiği ve 26. madde değişiklik gerekçesinde yazıldığı gibi, 3395 sayılı Kanun, 26. maddedeki işverenlerin rücu tazminatı sorumluluğuna, tavan sınırını getirirken, Yargıtay'ın 3395 sayılı Kanundan önce mevcut olan müstekar içtihadını, Kanun metnine ithal etmiştir. Diyelim ki, bu içtihad "rücu tazminatını sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebileceği miktarla sınırlı" tutuyordu ve 506 sayılı Kanunun kabulünden çok önceki tarihlere kadar uzanan bir geçmişi vardı. O halde, yasa koyucu, bu tavan sınırının 26. madde bakımından, uygulamada mevcut olduğunu, aksine 10. madde bakımından da böyle bir sınırlamanın mevcut olmadığını biliyordu. Ve düzenlemesini buna göre yapmıştır. Bu bakımdan 10/3 maddede "... 26. maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın işverene ayrıca ödettirilir..." demiş idi.
"Sorumluluk halleri" tabiri kapsamlı bir sözcüktür. Sadece kusur aranıp aranmayacağına matuf değildir. Bir sorumluluğun, özel bir maddede sınırlı bir sorumluluk olarak düzenlenmesi halinde, bu sorumluluk sınırı dahi, sorumluluk halleri kapsamı içinde düşünülür. Sorumlu kişi, nasıl sorumlu olacak? Ne kadar sorumlu olacak? Esasen sorumlulukta önemli olan, sorumluluğun kapsamıdır. 26. madde sorumluluğun kapsamını, kusurlu ve sınırlı bir sorumluluk olarak belirlemiş iken ve 10. maddede ise, bu maddeye göre sorumlulukta "26. maddedeki sorumluluk halleri aranmaz" denilmiş iken, bu son değimin kusuru kapsayıp, sorumluluk sınırını kapsamadığını savunmak tam bir çelişki ve yanılgı oluşturur.
Sayın çoğunluğun bu kararındaki diğer bir yanılgı ve çelişki, rücu alacağının miktar ve hesap şeklinin, gerek 10 ve gerek 26. maddeye dayanan rücu davalarında aynı olduğunun, ileri sürülmesidir. Rücu davalarında tazminatın belirlenmesinde kullanılan 2 çeşit tavan mevcuttur. Bunlardan birisi, iç tavan, yani Kurumun sigortalıya ya da haksahiplerine yaptığı masraflar ve gelir bağlanmış ise peşin sermaye değerleri toplamıdır. Bu konuda her iki maddede bir fark olmadığı doğrudur. Esasen olamaz da. Çünkü Kurum ne harcamışsa onu isteyebilecektir. Bu, her iki rücu davasında aynıdır. Fakat, dış tavan, yani "sigortalı veya haksahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarı" belirleyen tavan, 26. maddede mevcuttur. 10. maddede mevcut değildir. Bunun gerekçeleri yukarıda açıklanmıştır. Bu dış tavanın hesaplanma biçimi ise, iç tavanınkinden tamamen farklıdır. Hal böyle iken, her iki davada tazminatın hesap şekli aynıdır, demek büyük bir yanılgıdır. Kaldı ki 26. maddede dış tavan, saptanan kusur oranına göre belirlenecektir. Bunun 10. maddeye aynen uygulanamayacağını farkeden Özel Daire ve Genel Kurul çoğunluğu, kararlarında, tavan hesabının kusur nazara alınmaksızın ve bu yönden kusur indirimi yapılmaksızın gerçekleştirilmesini öngörmek zorunda kalmışlardır. Buna rağmen, gerek 20 ve gerek 26. maddede rücu alacağının hesap şeklinin aynı olduğunu yazmaları, tam bir çelişkidir.
Sayın çoğunluğun kararındaki diğer bir yanılgı, "1992/3 Esas sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararıyla, her artışın ayrı bir olgu sayılıp zamanaşımı olay tarihinden değil, artışın onay tarihinden itibaren hesap edileceğinden, davanın zamanaşımı, hükümleri ile sınırlandırılması yoluna gidilemeyeceği" şeklindeki sözlerdir. Bu talihsiz sözler tam bir yanılgıyı içermektedir. Gerek Resmi Gazete, gerek Yargıtay Kararlar Dergisinde yayımlanan bu İçtihadı Birleştirme Kararının, 10. maddedeki rücu davasıyla hiçbir ilişkisi bulunmadığı gibi, bu kararda 506 S.K. 10. maddesine ilişkin hiç bir sözcük ve mütalaaya yer verilmemiştir. Bunun aksini söylemek mümkün olmadığı halde, 26/1. maddeye ilişkin bulunan bu İçtihadı Birleştirme kararından bahsedilerek, 10. maddeye dayanan rücu davalarının zamanaşımıyla sınırlandırılamayacağı sonucunun nasıl çıkarıldığını anlamak mümkün değildir. Olsa olsa, 10 ve 26. maddedeki rücu davalarının birbirine benzediği yollu saplantının etkisiyle, bu sözcükler kullanılmış olabilir ki, gerçeğe ve sosyal güvenlik hukukunun verilerine tümüyle aykırıdır.
Bir defa, 26/1. maddeye dayanan rücu davalarının tabi olduğu zamanaşımı süresi, başlangıcı ve revalovize edilen gelirlerin peşin değerinin dava konusu yapılabileceği, o tevhidi içtihad kararında çözümlenmiştir. 505 S.K. 10. maddesi haleflik ilkesine dayanmadığı için, burada akti zamanaşımı uygulanmayıp, bildirge vermeme, kaçak işçi çalıştırma haksız eylemi nedeniyle, zarar meydana geldiğinden dolayı, B.K. m. 60'daki haksız eylem zamanaşımı tatbik edilir. Ve bilindiği gibi bu zamanaşımı zarar görenin, yani burada Kurumun, zarara ve faile ıttılaı tarihinden itibaren bir sene ve her halde olayın vukuundan itibaren 10 seneden ibarettir. Hal böyle iken 1994 T. ve 3 sayılı İçtihadı Birleştirme kararında sözü edilen kuralların ve akti zamanaşımı hükümlerinin burada da uygulanacağından söz edilmesi ve zamanaşımı kurallarının dahi 10. maddeye dayanan rücu tazminatını kanıtlayamayacağı sonucuna varılması, fiili ve bilimsel gerçeklere uymayan bir yanılgıdır. Bu davaların zamanaşımı süreleri de, tabi oldukları zamanaşımının cinsi de ve başlangıç tarihi de farklı olup, bu yön, 506 sayılı Kanunun 10 ve 26. maddelerine dayanan rücu davalarının diğer bir ayrılığını kanıtlamaktadır.
Genel Kurul kararındaki diğer bir yanılgı, B.K. m. 43-44ün madde 10'a dayanan rücu tazminatlarında yetersiz kaldığının belirtilmiş olmasıdır. Sayın çoğunluğun kararının sonunda dahi B.K. m. 43-44'ün uygulanması ve sonuca böyle varılması istenilmekte olduğu halde, bir yandan da bu maddelerin yetersizliğini savunmak çelişkidir.
Aslında, burada sorun şudur:
M. 10'a dayanan rücu davalarında koşullar oluşmakla beraber, sigorta olayının meydana gelmesinde, işverenin hiç kusuru yoksa veya belli bir oranda ise, buna karşın sigortalı, 3. kişiler kusurlu iseler veya kaçınılmaz etkenlerin olayda, payı varsa, bunlar, tazminatın şumulünün tayininde hiç etkili olmayacak mıdır? Dairemizin, giderek Yargıtay'ın uygulamasında, bu haller, genel hüküm niteliğinde olup, bu davalarda da uygulanması gereken, Borçlar Kanununun madde 43 ve 44 çevresinde, tazminatta bir indirim nedeni olarak kabul edilmektedir. Bu konuda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Ne var ki, ekonomide enflasyonist baskıların etkili olduğu dönemlerde, 10. madde çevresinde, Kurumca karşılanan riskler nedeniyle, özellikle sigortalılara gelir bağlanan hallerde, bu gelirlerde, zaman zaman, Kanun ve Kararnamelerle ayarlamalar ve artışlar yapılmaktadır. Bu işlemler, büyük oranda enflasyonun gelirde meydana getirdiği erimeyi gidermek, kısmen de gelir seviyesini iyileştirmek amacıyla yapılmaktadır. İşte bu gelir artışları, m. 10/3 çevresinde, işverenden ayrıca istenmektedir. 10. H. Dairesi giderek Yargıtay uygulamasında, bu artışların zamanaşımı sınırları içerisinde istenebileceği kabul edilmektedir. Bu işler, artış gerçekleştikçe devam ettiğinden, sınır arama eğilimi, bu olgulardan doğmuştur. Gerçekten sonradan yapılan artışlar için zamanaşımı sınırları içinde, dava açılabilir. Fakat, bu davalar, büyük çapta, devletin ekonomide istikrarı sağlayamaması ve enflasyonu ortadan kaldıramaması, ya da hiç değilse, gelir ve ücretleri eritmeyecek bir orana indirememesi yüzünden açıldığı için, bu risklerin yükünü, tümüyle bildirge vermeyen, kaçak işçi çalıştıran işverene çektirmek, adalet ve nesafete ters düşmektedir. İşveren bildirge vermemek, kaçak işçi çalıştırmakla, işbu medeni cezayı hak etmekle beraber, enflasyonun oluşması ve sürmesinde bir kusuru olmadığından, artışlara ilişkin rücu davalarında, tazminatın Borçlar Kanununun m. 43, 44 çevresinde, ayrı bir indirime tabi tutulması gerekir. Nasıl ki sigorta olayının meydana gelmesinde işverenin kusuru olmadığı, buna karşın, sigortalı ve 3. kişinin kusurlu bulunduğu veya olay kaçınılmaz olduğu zaman, Borçlar Kanununun m. 43 ve 44'e göre, %50den az olmamak üzere, tazminatta bir hakkaniyet indirimi yapılıyorsa, işverenin kusuru olmayan, buna karşın devletin kusurundan oluşan enflasyon olgusu nedeniyle yapılan gelir artışlarının rücuan tahsiline ilişkin davalarda da, yeniden bir hakkaniyet indiriminin, aynı maddeler uyarınca ayrıca uygulanması, adalet ve nesafete uygun olur. Diyelim ki, önceki davada, sigortalının karşılıklı kusuru ve işverenin kusursuzluğu nedeniyle, işveren, gelirlerin %40ı oranında rücu tazminatıyla sorumlu tutulsa, artış davasında yukarıda açıklanan nedenlerle, %20 oranında bir hakkaniyet indirimi de gözönünde tutularak gelir artışlarının %80i indirilip, %20si ile sorumlu tutulabilir. Sonradan açılacak davalarda, bu indirim adalet ve nesafetin gerektirdiği bir miktar olarak belirlenebilir ve icabında tazminattan sarfınazar da edilebilir. Diğer bir deyimle, artışlardaki enflasyon payının, önceki davada uygulanan hakkaniyet indirimi oranını artırıcı bir etken olarak kabulü, icabeder.
Bu işlem, 506 sayılı K. m. 10/3'deki özel hükme, Borçlar Kanununun m. 43, 44'deki genel kurallarının uygulanması suretiyle gerçekleştirmiş olur ve tamamen Yasaya uygun bir nitelik taşır.
Bu imkan ve yol ve yasal cevaz varken, nitelikçe, kıyası caiz olmayan, başka yasal rücu sistemlerine, Kurumlarına ait, yöntem ve müesseseleri, tüm Yargıtay uygulamasına ters düşecek biçimde, m. 10/3'e dayanan artış davalarında, kıyasen uygulamaya kalkışmak, Kanuna aykırı ve hukuk düzenini altüst eden, dava ekonomisi ilkesine de uymayan bir davranıştır.
Çoğunluğun kabulünün aksine, BK. m. 43-44 hakime, hükmü adalet ve nesafete uygun hale getirmek için, hukuksal müesseseleri zorlamadan, sarsmadan, altüst etmeden, geniş bir insiyatif tanımaktadır. Bu mukayeseli hukukta da böyle kabul edildiği halde, anılan genel nitelikli hükümlerin, yetersizliğini savunmak, bilimsel verilere aykırıdır ve müessseseleri zorlayarak, sarsarak, altüst ederek kıyasa gitmeyi asla gerektirmez. Hakim, Borçlar Kanununun m. 43-44 gereğince işin özelliğini -kaçak işçi çalıştırmanın vahametini- yasa koyucunun amacını ve o maddelerde yazılı öteki unsurları denkleştirerek, sorumluluğu, adalet ve nesafete uygun bir yerde noktalayabilir. Rücu tazminatından sarfınazar bile edebilir. Onun için bu maddeler, hiç bir zaman yetersiz sayılamaz. Bunlar yetersiz, kıyasa gidelim denilemez. Hak ve nesafet kıyası gerektiriyor, usul hukukunun ve maddi hukukun evrensel kuralları, bunu gerektiriyor denilemez. Böyle bir evrensel kural yoktur. Esasen burada kıyas mümkün değildir. Kıyas müessesesine ilişkin hukukun genel ilkeleri, böyle bir kıyası yasaklamaktadır. Şöyle ki; burada öncelikle kıyasın ilkelerinden söz etmek zorunludur.
Hukukta kıyasın hangi koşullarda yapılabileceği ve kıyasın ilkeleri, şöyle özetlenebilir. (Bakınız, Meier- Hayez, Berner Kommentar, Bern 1966, Art, 26 B, NR. 346-348- Prof.Dr. Zahit İmre, Medeni Hukuka giriş, Sh.199-211, İst.1986- Karl Larenz; Algemeiner Teil Des Deutschen Burgerlichen Rechts 6 Auflage, München, 1983 s.77.- Reinhold Zippelius, jurische Methodenlehre, 4 Auflage, München 1985, sh. 60 dvm.- Jurgen Baumann, Einführung Die Rechtsnissen Schaft, 7 Auflage, München 1984, sh.110-112, Prof. E.Hırsch, Wolf Cernis çevirisi, Ankara 1978 sh.106-107- Prof. Dr. H. V. Velidedeoğlu, T.M.H. Umumi Esasları, İst.1951, sh.31- Prof.Dr. Y.Karayalçın, Hukukta Metod, 1994 sh.103 ve dvm.- Dr.Egger, İsviçre Medeni Kanunu genel giriş, Woff Çernis çevirisi sh.73 ve dvm)
1- Belli münasebeti düzenleyen kanun hükmünün, başka konularda dahi uygulanacağını, Kanun metni açıkca düzenler. Böyle hallerde o hüküm, tartışmasız biçimde öteki münasebete uygulanır.
Bizim olayımızda 26ncı maddenin 10ncu maddeye dayanan davalarda uygulanacağı konusunda açık bir cevaz bulunmadığı tartışılamayacağından, böyle bir açık kıyasın, söz konusu olmadığı meydandadır. Aksine "... 26ncı maddedeki sorumluluk halleri aranmaksızın..." şeklinde ifade edilmiş bir kıyas yasağı vardır.
2- Açık bir kıyasın uygulama buyruğu- cevazını öngören bir hüküm yok ise, kıyas ancak aşağıdaki koşullar oluştuğunda uygulanabilir:
a) Kanunda boşluk bulunmalıdır. Davanın yasal dayanağını oluşturan yasa, ilgili tarafların hak ve borçlarını düzenlerken, bir eksiklik, boşluk bırakmalıdır. Diğer bir deyimle hukuki bir sorunu düzenleme dışı bırakmalıdır. Mevcut kuralların yorumuyla, düzenleme boşluğu bulunup bulunmadığı öncelikle saptanmalıdır. Düzenleme boşluğu yoksa, kıyas yapılamaz. Düzenleme boşluğu bulunup bulunmadığı, yorum yoluyla belirlenmeye çalışılırken, Kanundaki temel düşünceler, amaçlar gözönünde tutulur.
Davanın yasal dayanağını oluşturan 10ncu maddede "..Kurumca yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutarı ile gelir bağlanırsa bu gelirlerin, 22nci maddede sözü geçen tarifeye göre hesabedilecek sermaye değerleri tutarı, 26ncı maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın işverene ayrıca ödettirilir..." denilmiştir. 26ncı maddedeki gibi "... sigortalı veya haksahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere ..." denilmemiştir. O halde, kıyasen uygulaması istenilen maddede sınırlı 10ncu maddede ise böyle bir sınır olmaksızın sorumluluk öngörülmüştür. 10ncu maddede sorumluluğun miktarı açıkca belirtilmiştir. Hiç bir Kanun boşluğu yoktur. Kanunun metni ve amacı açıktır. Sorumluluk miktarı açısından bir düzenleme boşluğu bulunduğundan söz edilemez. O halde, kıyasen vazgeçilmez unsuru olan "Kanun boşluğu bulunması" unsuru, davanın yasal dayanağını oluşturan 10ncu maddede mevcut değildir.
b) Vakıalar ve bunlara uygulanacak hukuksal müesseseler arasında "benzerlik" bulunmalıdır. Benzerlik olmayan hallerde kıyas uygulanamaz.
Olayımızda, yani 506 sayılı Kanun m. 10'a dayanan olayda, sorumluluk nedeni, kaçak- kayıt dışı işçi çalıştırılması, işyerinde çalıştırılmaya başlayan işçinin 1 aylık yasal süre içerisinde S.S. Kurumuna bildirilmemesi ve işçinin tescil dışı kalmasına yol açılmasıdır. İşçinin işkazası ve meslek hastalığına maruz kalması ikinci bir nedendir.
Oysa, 506 sayılı Kanun m. 26'ya dayanan davalarda, işçi süresinde Kuruma bildirilmiş, tescili sağlanmış primleri ödenmiştir. İşveren bu konulardaki yasal yükümlülüklerini yerine getirmiştir. Ancak işverenin, başka konularda, yani işgüvenliği ve işçi sağlığına ilişkin konularda kusuru vardır. Bu nedenle sorumlu tutulmaktadır.
Bu iki rücu müessesesinin benzer olmadıkları ve ayrıldıkları noktalar, yukarıda çoğunluğun kararının benzerlik konusundaki gerekçeleri değerlendirilirken etraflıca açıklanmıştır.
O halde, gerek olaylar, gerekse 10 ve 26ncı maddeler arasında benzerlik yoktur. Aksine orada açıklanan ayrılıklar vardır. Böylece benzerlik koşulu da oluşmadığından kıyas caiz değildir.
c) Kıyas edilen ve kıyasen uygulanan hükümler arasında bir amaç birliği, amaçsal eşdeğerlilik bulunması lazımdır. Böyle bir amaçsal birlik ve eşdeğerlilik var ise kıyas yapılabilir. Yok ise kıyas yapılamaz.
Bizim problemimizde, kıyasen uygulanan 26ncı madde ile, kıyas edilen 10ncu madde arasında hiç bir amaç birliği ve amaçsal eşdeğerlilik yoktur. 10. maddede yoksa koyucu tescilli, primli bir sigorta sistemi sağlamak, bunun içinde kayıt dışı- kaçak işçi çalıştırılmasını önlemek, işverenlerin prim ödeme yükümlülüklerinden sıyrılmalarını engellemek istemiştir. Bu konu sigorta sisteminin aktüeryal dengesi ve ülke ekonomisi ve sosyal güvenlik sisteminin işlerliği açısından fevkalade önemli olduğu için, bu amaçlara aykırı girişimlerin 10. maddede, cezai açıdan 140. maddede, özel bir biçimde, hukuki ve cezai müeyyideye bağlamıştır. Bu yaptırımların kuvvetini, yasa koyucunun amacına aykırı biçimde kıyas yoluyla zayıflatmaya hakimin yetkisi yoktur. Bu yasa koyucunun işidir. Hakimin bu amaçları ortadan kaldıracak kıyas uygulaması, bir çeşit fonksiyon gasbıdır. 26ncı maddenin amacı ise, tamamen farklıdır. Orada işçi Kuruma bildirilmiştir. Tescili sağlanmıştır. Primleri ödenmiştir. Orada işverenin rücu tazminatıyla müeyyidelendirilmesinin amacı işverenin işgüvenliği, işçi sağlığı önlemlerini almaya özen göstermesini ve suç sayılır eylemlerden kaçınmasını sağlamaktır.
Görülüyorki, 2 madde arasında, hiç bir amaç birliği ve amaçsal eşdeğerlilik yoktur.
O halde, bu unsur da gerçekleşmediğinden burada kıyas caiz değildir.
d) Kıyasta eşit değerliye eşit davranılmalıdır.
Eş değer 2 Kanunun birinde mevcut olan kuralların uygulanması, öteki konudaki kural yokluğunun yarattığı eşitsizliği giderebilmelidir. Çoğunluk kararında bu ilkeye de uyulmamış, kaçak işçi çalıştıran işveren ile, yasal şekilde ve yükümlülüklerini yerine getirerek işçi çalıştıran işveren, aynı kefeye konulmuştur. Böylece eşitliğe tamamen aykırı, sosyal güvenlik sisteminin özelliklerini, finansman ve aktüeryal dengesini ve ülke ekonomisini dikkate almayan bir sonuca ulaşılmıştır. Adeta, kaçak- kayıt dışı işçi çalıştırılması, teşvik olunmuştur.
e) Kıyasta en önemli ilkelerden birisi de, kıyasın hukuki güvensizlik yaratmaması, ilgili tarafların çıkarlarının tartılışıp değerlendirilmesi, yaşam gerçeklerine, sosyolojik ve ahlaki ölçülere uygun olması zorunluğudur. Sayın çoğunluğun kararında bu ilkeler de nazara alınmamıştır.
Gerçekten, yasal işçi çalıştıranla, kaçak işçi çalıştıran, kıyas sonucu aynı kurallara tabi tutulursa -hele hele yukarıdan beri açıklanan fiili ve hukuki açıklamalara rağmen- sayın çoğunluğun yaptığı bu kıyasla, hukuki güven yarattığını, menfaatler dengesini iyi değerlendirdiğini, yaşam gerçekleri ile sosyolojik ve ahlaki ölçüleri gözettiğini söylemek olanaksızdır. Zira, bir ülke ekonomisi ve sosyal güvenlik sistemi için, en kabul edilemeyecek vakıa olan kaçak işçi çalıştırma olgusuna, müeyyidesini her ne sebeple olursa olsun kıyas yoluyla törpüleyerek prim vermek, anılan değer yargısını dikkate almama manasına gelir. Karar bu nedenle de hatalıdır.
f) Kıyasta hakim yetki gasbından sakınmalı özellikle yasa koyucunun görev alanına müdahale etmemelidir.
Gerçekten, Yasama organının amacı, tercihi ve değerlendirmesi kaçak işçi çalıştırmayı engellemek ve müessir bir şekilde hukuki ve cezai yaptırıma tabi tutmak yönünde olup, bu amaçla 10ncu maddedeki kuralları tercih etmiş ve koymuş iken, hakimin, bunları akamete uğratacak biçimde, yasama organının açık ve kesin tercihi yerine, 26ncı maddeyi kıyas yoluyla 10ncu maddeden kaynaklanan davalarda da uygulamak şeklinde tavır ve tercih koyması, bir çeşit fonksiyon gasbıdır. Böyle konularda hakim kanun koyucununkinden farklı bir hüküm veremez.
O halde, 506 sayılı Kanun m. 26'nın aynı Kanunun 10ncu maddesinden kaynaklanan rücu davalarında kıyasen uygulanabileceğini öngören sayın çoğunluğun kararı, kıyas ilkelerine de tümüyle aykırı bulunmaktadır.
g) Öte yandan, bir dönemde, yani 1803 sayılı Af Kanununun yürürlüğü döneminde, Af Kanununun 9/A maddesinde "... 506 sayılı Kanun, 10ncu maddesinin son fıkrasındaki ödeme, 26ncı maddedeki sorumluluk hallerinin tahakkuk etmesine bağlıdır..." denilerek 26ncı maddenin, 10ncu maddeye dayanan davalarda da uygulanacağı kabul edilmişti. Bu uygulama, zaman içerisinde hükmünü icra ederek ortadan kalktı ve uygulamada bu hükmün 10ncu maddeyi değiştirmediği ve 1803 sayılı Kanun kapsamı dışında kalan olaylarda, 10ncu maddenin uygulanacağı içtihaden kabul edilmişti. 1803 sayılı Kanunun 9/A maddesi açık bir kıyas hükmüydü. Hükmünü icra edip ortadan kalktı. Sonradan, 506 S. K. değiştiren bütün yasalarda, bu yolda bir yeni hüküm konulmadı ve 10ncu madde değiştirilmedi.
Sayın çoğunluk, bu tarihi değişimi de dikkate almamıştır. 1803 sayılı K. madde 9/Anın ortadan kalkmasıyla açık kıyas olanağının ortadan kalktığını ve sonradan da kıyasa olanak veren hiç bir yasa çıkarılmadığını da, gözardı etmiştir.
Çoğunluk kararındaki diğer bir hatada şudur :
Kurum, bu sigorta olayı nedeniyle 229.933.105.- TL. peşin sermayeli gelir bağlamış, ilk davada bunun 5 milyon lirasını alabilmiş, işbu 2nci davada ilk davadaki kusur durumları ve hakkaniyet indirimini gözönünde tutarak sadece 109.527.195.- TL. istemiştir. Sayın çoğunluk, bozma kararında B.K. m. 43-44 ile hakkaniyet indirimi yapılmasını önermiştir.
Oysa, davacının harcamalarına kusur ve hakkaniyet indirimini bizzat uygulayarak bunu dilekçesinde açıklayarak talepte bulunduğu halde mükerrer hakkaniyet indirimi yapılamaz. Bu yön gerek Özel Daire, gerekse H.G.K. çoğunluğunca gözden kaçırılmıştır. Hakime hakkaniyet indirimi yap demek, mükerrer indirim ve noksan tazminat tahsiline neden olur.
Kaldı ki, çoğunluk kararında, "10ncu maddenin tavan sınırlaması uygulanmasına cevaz verdiği ve engelleyici bir hüküm içermediğinin" ileri sürülmesi ayrı bir yanılgıdır. Bir kusursuz sorumluluk halinin, tavanla sınırlanabilmesi için, yasal cevaz hükmünün bulunması gerekir. İlke olarak, kabul edilen bir sorumluluk halinin, sınırlandırılması, açık kanun hükümleriyle öngörülmelidir. Böyle bir sınır, diğer bir deyimle, yasal cevaz hükmü olmadıkca, genel hüküm yok diye, mahiyeti başka bir sorumluluk düzenine özgü sınırlamalar, kusursuz sorumlulukta, kıyasen uygulanamaz.
Bundan başka, çoğunluk kararında "... tavanın kıyas yoluyla uygulanmasının hak ve nesafet kurallarına uygun düşeceği... sorumluluğunun bir yerde bitmesi gerektiği.... sonsuza dek dava tehdidi..." gibi genel gerekçelerin, özellikle bu davada hiç yeri bulunmamaktadır.
Kaçak çalıştırdığı işçisine, 229.993.105.- TL. harcayan Kurum daha henüz bu meblağın 5 milyon lirasını alabilmiş ve bakiye 109.527.1995.- TL.sini dava etmişken bu gibi icapsız ve genel gerekçelerle, yazılı şekilde karar verilmesinde hak ve nesafete uygun bir yön bulunmadığı da ortadadır.
Açıklanan nedenlerle, yerel mahkemenin tamamen usul ve kanuna uygun olan kararının onanması gerekirken yazılı gerekçelerle bozulmuş olmasına karşıyım.
KAYNAK:http://www.isvesosyalguvenlik.com/yargi/ygk12.htm
--------------------------------------------------